Ana Sayfa Eleştiriler İşe Yarar Bir Şey (2017): Edebiyat İşimize Yarar Mı?

İşe Yarar Bir Şey (2017): Edebiyat İşimize Yarar Mı?

İşe Yarar Bir Şey (2017): Edebiyat İşimize Yarar Mı? 6.5
0
11’e 10 Kala (2009) ve Gözetleme Kulesi (2012) filmlerinin ardından üçüncü uzun metrajı ile seyirci ile buluşan Pelin Esmer, şair olduğunu açık etmeyen avukat Leyla’yı ve stajyer hemşire Canan’ı, Ankara-İzmir arasındaki tren yolculuğuna ortak ediyor. Bu ikili, boyundan aşağısı felçli olan Yavuz’un isteğini yerine getirmek maksadıyla ortak harekete geçme kararı alıyor. İçinden şiirler geçen şiirsel bir film yapma amacıyla yola çıkan yönetmen, edebiyatın, yaşamın, ölümün sorgulandığı bir filme imza atıyor.

Türkiye’nin en başarılı görüntü yönetmeni ünvanı konusunda rakibi olmayan Gökhan Tiryaki, filmin önüne geçecek kadar özenli, yaratıcı planlar ve kamera hareketleriyle filmin kalitesini yukarı çekiyor ve dünya çapında bir işe imza atıyor. Çoğunluğu tren hareket hâlinde değilken ve yeşil ekranda çalışılmasına rağmen bu durum belli edilmiyor. Senaryo da görüntülerden aşağı değil. Barış Bıçakçı’nın çok katmanlı sayılabilecek öyküsü, karakter zenginliği ve hikâye akışı ile izleyiciyi yormadan, sıkmadan ilerliyor.

Gülten Akın‘ın şiir kitabının okunduğu, Julio Cortázar‘ın öyküsünün anlatıldığı filmde, öyküler ve şiirler, arka planda, senaryoyu zenginleştirme görevini üstleniyor. Fakat başkarakter Leyla’nın iç sesi, olayları derinleştirmeye yaramaktan ziyade, anlatıyı acemi gösteriyor. Son dönem Türkiye sinemasının en büyük eksikliği olan delilik ve ironik anlatım, burada da filmi güçlendirebilecek ögeler iken es geçiliyor. Türkiye’den çıkan çoğu eserde anlatımı hafifleştiren sadelik, minimalizm, son 10 yıl içinde ülkede yaşanılan olaylar, değişim, travmalar düşünüldüğünde “bu eserleri yazan, çeken insanlar başka ülkeden gelmişler de bu eserleri ortaya koymuşlar” hissi uyandırıyor. 

Filmin büyük bir kısmını kapsayan tren yolculuğu, karakterlerin tanıtılışı, yaratılan hafif gizem ve atmosfer düşünüldüğünde, oldukça başarılı ilerliyor. İkinci yarıda özellikle iç mekân sahnelerinde ise bu iyi kotarılmış özellikler, unutuluyor ve şiirselleştirilmeye çalışılan çiğ atmosferde eriyip gidiyor. Trenden çıkıldıktan sonraki bazı dış mekân sahneleri, karakterlerin sokaklarda yürüdüğü kısımlar yine de göze batmıyor. Ev içi sahnelerdeki naiflik, ölüm-yaşam gibi konuların geçtiği muhabbetler, filmin gizemini de atmosferini de sekteye uğratıyor ve tabir caizse hafif kalıyor. İlginçtir, mekanik olarak karakterler durduğunda senaryonun gücü de düşüyor. Buna istisna tek sekans, Leyla’nın lise arkadaşları ile 25 sene sonra ilk kez buluştuğu yemek sahnesi olarak gözüküyor. Filmin en hoş sahnesi ise Leyla’nın yemek dönüşü Kordon’da yürürken çellonun yükseldiği, binalar arasından Yavuz’un yattığı odanın ve üst komşusunun gözüktüğü kısımdı bana göre. 

Filmin kilit noktası denebilecek veya ilk yarıda özenle hazırlanan atmosferin, temaların sonuca kavuşturulma imkânı olan sahnelerde, şair ve okuru arasındaki muhabbet, fazla kitabi, fazla yapay kalıyor. Bunun haricinde burada bize bir sürpriz yaratma şansı varken veya hayattan, edebiyattan söz edilen anların ardından ölümü seçen adama vazgeçme şansı yaratılmışken film bunu değerlendirmeyi seçmiyor. Yine burada Cortázar ismini anmak gerekiyor. Bir Sarı Çiçek isimli öyküsünün yer aldığı filmden/senaryodan gariplik, şaşırtma, fantastiğe kayma ve sürprizler beklemek, yersiz olmaz sanırım.

En azından şunu söyleyerek filme hakkını vermek gerekiyor. Bir edebiyatçının senaryo yazma aşamasına dahil edilmesi, “auteur” yönetmenlerimizin senaryo konusundaki beceriksizlikleri düşünüldüğünde sinemamız için önemli bir adım. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, İhsan Oktay Anar ve ilk başta hemen akla gelmeyen yazarlarımızın kitaplarının uyarlamalarına yol açması açısından kayda değer bir iş. Evet, tökezleyen sinemamız için edebiyat, işe yarar bir şey.

Puanlama

6.5

6.5
Kullanıcı Oyu: ( 1 oy ) 7.3

Bir Cevap Yazın