Ana Sayfa İnceleme Manchester by the Sea (2016): Hatalar ve Ödenemeyen Bedelleri

Manchester by the Sea (2016): Hatalar ve Ödenemeyen Bedelleri

Manchester by the Sea (2016): Hatalar ve Ödenemeyen Bedelleri
2
Bir insanın hayatı boyunca sırtlayabileceği en ağır yük nedir? Bir cinayet işledikten sonra çektiği vicdan azabı mı? İşlediği bir suçun cezasını ömür boyu bir hücrede yalnız yaşayarak çekmek mi? Kendi hırsları yüzünden başkalarına yaptığı haksızlıklar mı? Hükmettiği toplumu korku iklimine sürükleyemeyen bir imparator olmak mıdır en ağır yük? Yoksa erişkin bir fil mi? Bu filmi izlemeden önce bu soruya verdiğim cevap net değildi. Manchester by the Sea‘nin  başrol oyuncusu Casey Affleck‘in canlandırdığı Lee Chandler karakterinin yüklenmeye çalıştığı ve yüklenemediği o yük karşısında çaresizce kendimi bu yüke ortak etmeye çalışırken ve tabii ki bunu başaramıyorken, artık cevabımın net olduğunun farkına vardım. Bir insanın en büyük yükü hatalarıdır, bir anlık ahmaklığının cezasını ömrü boyunca çekecek olan bu insanlar, tüm utangaçlıkları ve ayaklarıyla ileriye doğru adım atmaktan korkan tavırlarıyla, soğuk ve tepkisiz yüz ifadeleriyle, her an kavgaya hazır sinir sistemleriyle hemen kendilerini belli ederler. Hatalarının sırtlarına atladığı ve zihinlerini dişlemeye başladığı “o an”dan sonra, hiçbirisinin oldukları yerde sabit kalacak dermanları bile kalmamıştır. Lee, biz çaresizce bu yükün altına girmeyi istemeden önce, eşi ve üç çocuğuyla sıradan ve kıt kanaat mutlu bir aile kurmayı başarmış, dağınık evlerinde rutin hayat mücadelesine günbegün devam eden ve bira endüstrisinin devamlılığına karaciğerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışan sıradan bir Amerikalı.

Bir gün, arkadaşlarıyla evinin garajı olduğunu tahmin ettiğim mekanda masa tenisi oynayıp fazla gürültü eşliğinde eğlenen Lee, tüm kötülüklerinin anasının da etkisiyle kendisini sorgusuz sualsiz kahkahanın kollarına bırakıyor. Lee’nin eşi Randi (Michelle Williams) eğlenceyi yarıda kesip Lee’ye ve arkadaşlarına sağlam bir “çocuklarım uyuyor” fırçası atıyor. Kahkaha bu fırçayla kesilmiş görünüyor ama aslında henüz kesilmiyor. Kahkahayı kesecek kişi bizzat Lee’nin kendisi. Polise verdiği ifadede kahkahasının nasıl kesildiğini anlatıyor Lee:  “Arkadaşlarım gittikten sonra çocukları kontrol etmek için yukarı kata çıktım. Çocukların biraz üşümüş olduklarını farkettim, kaloriferi açamadım çünkü Randi kuruyan havadan rahatsız oluyordu, ben de şömineye bir kaç odun atıp yakmaya karar verdim. Markete gitmek için dışarı çıkacaktım, çıkmadan önce biraz daha odun attım şömineye, üşümesinler diye.Markete girip çıktığımda şöminenin  kapağını kapatıp kapatmadığımı hatırlamaya çalıştım.” Evinin, çocuklarıyla birlikte cayır cayır yandığını gördüğünde kapatmadığını farketti Lee. İfadesini alan polisin verdiği cevap filmin özetini ve karakterimizin içine düştüğü bütün durumları açıklar nitelikteydi; “Lee, sen bir hata yaptın, korkunç bir hata yaptın, her gün milyonlarca insanın yaptığı gibi.” Bu konuşmadan sonra cezalandırılmayacağını farkeden Lee, hayatının her anını kendisini cezalandırarak geçiriyor. Ebeveynlik yapamamış olmanın, korkunç hatasıyla çocuklarının dolaylı olarak katili olmanın ve cezasını çekemiyor olmanın cezası.


Filmin asıl konusunun motivasyon kaynağı bu cezalandırma, ebeveynlik yapamama olsa da asıl konumuz bu değil. Asıl konumuz, Lee’nin abisinin kronik kalp hastalığı sonucu beklenen ölümünün gerçekleşmesi  ve Lee’nin, abisinin gizli vasiyetiyle yeğeninin vasisi olmak zorunda kalması. Film asıl olarak hayatı boyunca yaşadığı en büyük başarısızlığa tekrar mahkum edilen Lee’nin trajik hayatını anlatıyor. Biz, onun hayatının akışını değiştiren hatasına, filmin ana konusu dışında ama anlattığım gibi ana konuyu anlamamıza yardımcı olan ‘flashback’lerle vakıf oluyoruz. Flashbackler filme dram özelliğini katmakla beraber konu anlatımına çok güzel yedirilmiş ve her flashback ana konuya dair bir anlam patlaması yaratıyor. Dram unsurlarını iliklerimize kadar hissettiğimiz bu filmde psikolojik olarak karanlık bir atmosfer olsa da, görsel anlamda aydınlık ve düzenli bütünlükler görmemiz mümkün.  Yönetmenin, karakterlere uzak noktalardan çekimler yapması, toplulukları çekerken bazı insanların sırtını uzun uzadıya seyretmemiz ve senaryonun barındırdığı hatalar benim filmde en çok hoşuma giden noktalar oldu. Yangından sonra Lee’nin eşi Randi’nin sedyesinin tekerleklerinin kapanmamakta ısrar etmesi ve ambulansa alınmasının gecikmesi ile başlayan ufak aksilikler silsilesi, Lee’nin arabasını park ettiği yeri unutması, arabanın kapısının tutukluk yapması ve Patrick’in kafasını buzdolabına çarpması gibi aslında sıradan insanların başına gelebilecek olaylara filmde yer verilmesi, filmin gerçeklik algısının çok kuvvetli olmasını sağlıyor. Bu sayede karakterler seyirciyle güçlü bir bağ kuruyor.

Bu arada Lucas Hedges‘in canlandırdığı Patrick karakteri, Lee’nin vasisi olmak “zorunda kaldığı”, arkadaş ilişkileri çok kuvvetli, arada sırada ergenliğin vermiş olduğu özellikleri itibariyle sinir bozucu olan yeğeni. Oyunculuğu hakkında iyi veya kötü yorum yapmama fırsat vermeyen sıradan bir performans sergileyen Lucas Hedges, babasının ölümü dolayısıyla içine girdiği duygu durumunu “zoraki” olarak yansıtmaya çalışıyor. Filmi bu iki karakter arasında oluşan ilişkiyi merkeze alarak değerlendirirsek eğer, bir tarafta hayatının anlamını yitirmiş ve her şeyini kaybetmiş olan Lee, diğer tarafta hokey takımında oynayan, müzik grubunda gitar çalan, arkadaşları tarafından sevilen, kısacası hayata ve geleceğe dair kazanacağı çok fazla şey olan Patrick. Bu iki taraf arasında oluşan kontrast oyunculuklardan bağımsız olarak senaryo içerisine çok güzel oturtulmuş gözüküyor. Patrick’in de kalacakları yeri belirleme mevzusunda amcasına “Sen hademeliği burada da yapabilirsin, ben buradaki ortamımı bırakamam” minvalinde sarfettiği sözler bu kontrastın senaryo içinde sağlanmaya çalışıldığını açık ediyor. Ama bu performansıyla “Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar’a aday olmayı başaran Patrick karakterini canlandıran oyuncu Lucas Hedges bu sorumluluğu kaldırabilmiş mi derseniz (ki benim tavrım kaldıramadığı yönünde) büyük bir soru işareti koyup takdiri size bırakıyorum.


Yangından sağ kurtulan ve çocuklarını kaybetmiş olmanın omuzlarına yüklediği ağırlığa rağmen kendisine yeni bir hayat kurmayı başarabilmiş Michelle Williams’ın canlandırdığı Randi karakteri ile Lee’nin duygusal yüzleşmeleri de kendimi kaptırdığım sahneler arasında. İki oyuncunun da yüksek perdede oyunculuk performansı sergiledikleri sahnenin gerçekleşmesi Lee’nin abisinin ölümü hasebiyle eskiden yaşadığı muhite geri dönüşü ile gerçekleşiyor. Yaşadıkları büyük travma sonucu hayatları darmadağın olan iki insanın bu duygu katsayısı yüksek yüzleşmesi ve Lee’nin Randi’yi yeni eşinden olan bebeğiyle görmesi, izleyicinin gözünde “yaşamayı  başaramamış  ve nispeten başarmış iki insan arasındaki beşeri farklar”  ismini alabilecek bir modern sanat eseri çiziyor.

Kenneth Lonergan‘ın senaryosunu yazdığı ve beyazperdeye aktardığı Manchester by the Sea, buz gibi dondurucu hüzünle, ateş gibi yakıcı gerçekliği harmanlayan, yaşaması zor, hüngür hüngür duygusallığa sürüklenmeyi beceremeyecek kadar sahici. Tıpkı hayat gibi.

Oğuzhan Biderci 23/İstanbul/öğrenci. Sıradan yaşamının içinde olan sinema ve onun barındırdığı anlamlar. modernite, politika, varlık, etik, sinemanın deşifresi, Wes Anderson, seul contre tous, Yorgos Lanthimos, güneşli pazartesiler ve birtakım başka şeyler. “¿Que dia es hoy?”

Yorum(2)

Bir Cevap Yazın