The Irishman (2019): Bir Devrin Görkemli Sonu
birdunyafilm.co
Rating: 8.5 / 10
The Irishman (2019): Bir Devrin Görkemli Sonu
8.5
Son yılların en çok merak edilen filmi The Irishman, geçtiğimiz günlerde eş zamanlı olarak dünyanın dört bir yanındaki seyircileriyle buluştu. Yaklaşık on yıl süren planlama sürecinin ardından Netflix’in 175 milyon dolarlık devasa bir bütçe ayırarak yapımcılığını üstlendiği film, dijital bir platformda yayınlanması sebebiyle yalnızca belirli bölgelerde gösterime girerek sinemaseverleri beyaz perde deneyiminden mahrum bıraksa da beklentileri karşılamış görünüyor. Geleneğe bağlı eski toprak yönetmenler düşünüldüğünde belki de akla gelen ilk isim olan Martin Scorsese’nin filmi çekebilmek uğruna böyle bir bedel ödemek zorunda kaldığını söylemek yanlış olmaz. Scorsese’nin yönetmenliğinde Robert De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci’li bir mafya filmine yatırım yapmak istemeyen prodüksiyon şirketlerini affetmek zor. Son birkaç ayın küresel sinema gündemini işgal eden Marvel tartışması ve Scorsese’nin süper kahraman filmleri hakkındaki yorumları bu bağlamda bir kez daha anlam kazanıyor. Türkiye’de de vizyon filmlerinin dijital platformlarda yayınlanmasını kısıtlayan yeni sinema yasasındaki bir madde sebebiyle gösterime giremeyen filmi, hayatını sinemaya adayarak tema parklarına karşı savaşan Don Kişotların elvedası olarak betimlemek mümkün.
Uyarı: Yazının devamı sürprizbozan içermektedir.
The Irishman, Scorsese’nin de belirttiği gibi bir adamın geçmişte yapmak zorunda kaldığı seçimleri gözden geçirdiği retrospektif bir film. Lakabıyla filme adını veren Frank Sheeran’ın kişisel hayat öyküsündeki gelişmeler yakın dönem Amerikan tarihinin dönüm noktalarıyla iç içe geçerken akla ister istemez Forrest Gump (1994) geliyor. Satır aralarına serpiştirilen Küba Füze Krizi ve Fidel Castro, Kennedy Suikastı ve David Ferrie, Watergate Skandalı ve Richard Nixon gibi olaylar ve isimler filmin üstüne inşa edildiği tarihsel bağlamın incelikle örülmesini sağlıyor. Böylece mafyaya hizmet eden bir tetikçinin anıları, Amerikan toplumunun kolektif hafızasıyla örtüşecek bir biçimde kurgulanıyor. Tabii ki Scorsese, senaryoyu Forrest Gump’ta olduğu gibi muhafazakar bir vatanseverlik propagandasına meze etmek yerine kendisinden beklenileceği üzere devlet ve mafya arasındaki kirli ilişkilere odaklanmayı tercih etmiş. Frank’in de açıkça belirttiği şekilde, bir suç organizasyonunda tetikçi olmak bir devletin ordusunda asker olmaya benzetiliyor. Emirlere itaat ödülü de beraberinde getiriyor. Böylece Frank, askerliğini yaparken pekişen otoriteye karşı koşulsuz sadakati sayesinde parmağındaki yüzüğü bileğindeki saate tercih ederek akıl hocası Russ’ın isteğiyle en yakın dostu Jimmy Hoffa’yı tereddüt etmeden öldürebiliyor. Ödüllendirilmek için öldürmeye alışan bir katilin hayatını, hikâyenin sonunda onu yalnız ve sefil bir halde bırakarak anlatması açısından The Irishman’in pasifist bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Zaten filmi, Scorsese’nin Goodfellas (1990) ya da Casino (1995) gibi benzer konulara sahip önceki yapıtlarından ayıran en önemli özellik de bu. The Irishman bir pişmanlık öyküsü. Filmin sonunda yeraltı dünyasının en çok korkulan isimleri teker teker hapishaneye tıkılmış, felç geçirmiş, hatta idrarlarını bile tutamayacak hale gelmiş durumdalar. Hayatları boyunca işledikleri suçların kefaretini tanrının merhametinde arıyorlar. Onları affedecek kişilerin asla gelmeyeceklerini bilmelerine rağmen kapılarını aralık bırakıp sessizce ölümü bekliyorlar. Frank’in çelişkilerle dolu psikolojik durumunu ve rahatlatılması mümkün olmayan vicdan azabını başarıyla yansıtan Robert De Niro’nun performansı takdire şayan. Filmin çekim sürecinde birçok tartışmayı da beraberinde getiren CGI ile gençleştirme teknolojisi ise ilk bakışta dikkat dağınıklığına neden olmasına rağmen seyirci hikâyeye kendini kaptırdıktan sonra çok da rahatsız etmiyor.
Filmdeki üç sacayağından ikincisine hayat veren Joe Pesci’nin sinemaya dönüşü muhteşem olmuş. Yaklaşık on yıl önce sinemayı bıraktığı için Russell Bufalino rolünü defalarca (yaklaşık 50 kez) reddetmesinin ardından güçlükle ikna edilen Pesci, canlandırdığı karakteri daha ağırbaşlı ve ayakları yere basan bir şekilde yorumlayarak önceden yer aldığı Scorsese filmlerindeki temsillerinden çok farklı fakat yine eşsiz bir oyunculuk ortaya koymuş. Bu nüansı en net haliyle Frank ile Russ’ın tanışma sahnesinde görebiliyoruz. Russ bu sahnede adını bile söylemeyerek gizemini korurken film boyunca hissedilen tahakkümünü de şiddet ile değil politik bir biçimde kuruyor. Filmin tartışmasız yıldızı ise Amerikan başkanını alaşağı edecek kudretteki mafyaya kafa tutacak kadar inatçı ve kibirli bir karakter olan Jimmy Hoffa’ya göz kamaştıran bir oyunculukla hayat veren Al Pacino. Jimmy Hoffa, Al Pacino’nun Godfather üçlemesindeki Michael Corleone ve Dog Day Afternoon (1975) filmindeki Sonny ile birlikte kariyerinin en başarılı üç performansından biri. Hoffa’nın mafyanın yozlaştırdığı düzene karşı savunur gibi göründüğü idealizm ile açgözlülük arasında gidip gelen karakteri Pacino tarafından mükemmel canlandırılmış. 79 yaşındaki oyuncunun bu yılki Akademi Ödülleri’nde ikinci Oscar’ını kucaklaması işten bile değil. Üç efsanevi oyuncunun yanında Harvey Keitel sadece birkaç replikle ekranda az süre alsa da Angelo Bruno’nun ağırlığını hissettiriyor. Scorsese’nin yapımcısı olduğu Boardwalk Empire’da Al Capone olarak karşımıza çıkan Stephen Graham da Tony Pro rolünde oldukça başarılı. Frank Sheeran’ın kızı Peggy’nin (Anna Paquin) neredeyse hiç konuşmaması ise bu karakterin Frank’in yalnızlığını seyirciye aktarmak için senaryoda bir araç olarak kullanılmasından ileri geliyor. Zaten The Irishman, kadınların yalnızca arka planda ve kendi aralarında konuştuğu erkek egemen bir yeraltı dünyasını konu edindiği için bu durumun şaşılacak bir yanı da olmasa gerek.
Göz ardı edilemeyecek oyunculukların yanında The Irishman’i bu kadar güçlü kılan en önemli etken ise Martin Scorsese’nin kariyerindeki tüm filmlerden elementler taşıyan kompakt yönetmenliği. Kendisini bugün olduğu kişi yapan filmografisinin şimdilik son halkasında, Silence’tan Taxi Driver’a kadar birçok referans yer alıyor. Marty ise kariyerinin ilk günündeki heyecanla ekibini bir orkestra şefi gibi yönetmeye devam ediyor. Scorsese’nin inkar edilemez yetkinliği, özellikle iki yerde açığa çıkmakta. Yaklaşık on beş dakika süren Frank’in ödül gecesi, monolog ve diyaloglarla bezeli olması açısından son derece geveze fakat ustalıkla tasarlanmış ritmi sayesinde izleyiciyi bir an olsun yormuyor. Açılış konuşmasının ardından gelen Tony ve Russ arasındaki diyaloğu, buradan çıkan sonucun iletildiği Russ ve Jimmy arasındaki tartışma takip ediyor. Frank, Jimmy’nin takdimine ödül kabul konuşmasıyla karşılık verdikten hemen sonra filmin kırılma anlarından biri olarak Russ meşhur yüzüğü Frank’e hediye ediyor. İkilinin diyaloğundan çıkan tehditkar sonucun iletildiği Frank ve Jimmy arasındaki sohbet ile zincir tamamlanıyor. Böylece üç ana karakter de üçer kez aktif olarak konuşup denklemdeki yerlerini belirlerken Scorsese de ödül gecesindeki sosyal temaslar aracılığıyla on beş dakikalık muazzam bir gerilim üçgeni yaratmış oluyor. Başka bir dâhiyane sekansta ise Scorsese’nin çok farklı detayları bir yapbozu tamamlar gibi ustaca birleştirmesine şahitlik ediyoruz. Kaçınılmaz olan Jimmy Hoffa cinayetinden hemen önce, ilk bakışta gerçekleşecek olayın yaratacağı vahşet duygusunu azaltma amacı taşıdığı düşünülebilecek uzun bir araba yolculuğuna davet ediliyoruz. Bu yolculuk sırasında karakterlerin samimiyetle tartıştığı balık problemi neredeyse Pulp Fiction tadı veriyor. Fakat Scorsese’nin bu sahne için titizlikle yarattığı formül aslında üç farklı katmanda işliyor. Arka koltuğa konduğu için sorun yaratan balık, öncelikle The Godfather’daki ünlü ‘’balıklarla uyumak’’ ifadesine gönderme yaparken metinler arası bir ilişki kurarak seyirciyi cinayetin kesinliğine hazırlıyor. Diğer yandan Frank’in, ön koltukta oturan kurbanlarını boğarak öldürdüğünü bildiği Sally’ye karşı kendini koruması için bir bahane yaratarak filmin kendi kurgusuna hizmet ediyor. Bu sekansın en çarpıcı yanı ise, Jimmy Hoffa’nın kaybolmasıyla ilgili FBI tarafından yürütülen gerçek soruşturma sırasında Charlie’nin arabasında kan bulunması ve bunun sonradan balık kanı olduğunun ortaya çıkması. Yani Scorsese, anlattığı hikâyenin belgesel kaynaklarından yola çıkarak kurgusal boşlukları tarihsel gerçekliğe de uygun bir şekilde dolduruyor. Filmin tamamına yayıldığına şüphe etmemeniz gereken bu mükemmeliyet karşısında biz seyircilere ise ayağa kalkıp alkışlamaktan başka seçenek kalmıyor.
Puanlama
8.5
Yorum(1)