Ana Sayfa Dosyalar En'ler 2019’un En İyi 20 Filmi

2019’un En İyi 20 Filmi

2019’un En İyi 20 Filmi
0
Sinema açısından kurak geçen yaz aylarının ardından 2019 senesinin son 4 ayı, sinemaseverleri tatmin ederek sonlanıyor. birdunyafilm ekibi olarak, yönetmenlerin başyapıtlarını birer birer tükettiğimiz, vizyona giren her yeni filmin bir öncekinden daha iyi çıktığı bereketli bu seneyi, 11 yazarımızın katıldığı oylama sonrası ortaya çıkan 20 kıymetli filme sahip bir liste ile kapatıyoruz.

Yeni on yılı sanat ve sevgiyle geçirmeniz dileğiyle, mutlu yıllar!

20. Atlantics

72. Cannes Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü’yle (Grand Prix) dönen Atlantique, yönetmeni Mati Diop’un Cannes tarihinde yarışan ilk siyah kadın yönetmen olması açısından da özel bir öneme sahip. Senegal’in Dakar kentinde bir kule inşaatında çalışan işçilerden biri olan Souleiman ile ailesi tarafından varlıklı bir adamla rızası dışında evlenmeye zorlanan Ada arasındaki aşkı merkeze alan film, çalıştıkları inşaatta paralarını alamayan Souleiman ve arkadaşlarının daha iyi bir gelecek umuduyla denize açılmasının ardından türler arasında bir gezintiye çıkıyor. Atlantique, sınıfsal karşıtlıklar, geleneğin boyunduruğu altındaki kadının konumu ve yasak aşk gibi meseleleri gizemi giderek artan bir olay örgüsü üzerinden büyülü gerçekçiliğe başvurarak çözüme kavuşturuyor. Diop, ilk filmi olmasına rağmen zaman zaman şiirsel bir ton yakalayan yalın bir anlatım dilini tutturmayı başarmış. Filmin sinematografisini ise 2019’a damgasını vuran Portrait of a Lady on Fire filminin etkileyici sinematografisinde de imzası olan Claire Mathon üstlenmiş. Atlantique, bu yıl peş peşe çıkan birbirinden iddialı filmler arasında henüz adından söz ettirememiş olsa da 2019’un dikkate alınmaya değer önemli işlerinden biri. Burak Yılmaz

19. Jojo Rabbit

Film, faşizmin fikrinin henüz yerleştiği ancak işlenmeye başlamadığı bir evreye, yani bir çocuğun zihnine odaklanıyor. Yönetmen Taika Waititi, Nazi faşizmini, Alman ırkı için kahramanca savaşmak isteyen ve Nazi üniformasıyla dolaşan 10 yaşındaki Jojo’nun (Roman Griffin Davis) dünyası üzerinden alaya alıyor; büyük bir cesaretle, geride ağır travmalar bırakmış olan faşizmin parodisine girişiyor. İkinci Dünya Savaşı konulu filmlerden bildiğimiz korkunç görünümlü Nazi subayları yok bu filmde, her şey karikatürize bir hâlde, bir çocuğun zihninde olduğu gibi seyrediyor. Eski rejimin sembolik temsillerinden biri olan ‘Heil Hitler!’ selamının yaldızları sökülmüş; defalarca tekrarlandığı bir sekansta adeta bir tekerlemeye dönüşüyor. Faşizmin ciddiyetinin kendi silahıyla alt edildiği gülünç bir evren yaratmış Waititi. Elbette Hitler’in kendisi de bundan nasibini alıyor. Jojo’nun Nazi düşüncesi ve öğretilmiş Yahudi düşmanlığı, Waititi’nin kendisinin canlandırdığı hayalî bir Hitler tasviriyle temsil ediliyor. Burak Yılmaz: Yazının tamamı

18. The Souvenir

Sundance Film Festivali
’nde büyük ödülü alıp ismini duyuran The Souvenir, Joanna Hogg’un dördüncü uzun metraj filmi. Souvenir’in anlamı ise hatıra demek, Hogg hayatının ve karakterinin büyük bir parçasını belirleyen bu dönemi, mükemmeliyetçi bir ayrıntı ve kurduğu büyük derinlik ile bize sunuyor hem de ikinci bir bölümünün olacağını müjdeleyerek.

Anthony uyuşturucu bağımlılığı olan, zeki ve manipülatif bir karakter. İlk filmini yapmaya çalışan ve sinemaya dair bakışını netlemeye çalışan sinema öğrencisi Julie’nin ise büyük bir pasifliği ve yönlendirilebilir bir karakteri var. Bunlar bir araya geldiğinde ise büyük bir çatışma ve aynı zamanda bir teslim oluş süreci film boyunca işliyor. Anthony’nin bu bağımlılığı bir yerden sonra Julie’nin hayatını zor bir hale getirmeye başlıyor. Anıl BoydağYazının tamamı

17. The Farewell

Sinemada genelde aile kavramını parçalayıp, sorgulayan filmler eleştirmenlerce çok sevilse de bu sefer aileyi yücelten bir filmi bağrımıza bastık. Lulu Wang, “gerçek bir yalandan uyarlamadır” cümlesiyle başlayan 2. uzun metrajında ailesinin başından geçen bir süreci anlatıyor. Babaannesine kanser teşhisi konduktan sonra, aile bunu kendisinden saklamaya karar verir, ve ─Lulu Wang’ın filmdeki versiyonu─ Billie’nin de söylemesini yasaklar. Kendi hikâyesi üzerinden aynı zamanda Doğu’nun kollektif ve Batı’nın bireyci kültürünün çatışması, Doğu’dan Batı’ya göçmüş, göçerken geride ailelerinin bir kısmını bırakmışların yaşadığı kültürel buhranları işliyor. Aileyi, yeri geldiğinde kendi ilkelerinin bile önüne koymak bizim için çok anlaşılabilir bir şey, bu duyguyu Amerikan seyircisine kolaylıkla geçirebilmesi de Wang’in kaleminin başarısı. Anneanne, babaanne gibi aile büyükleriyle yakın ilişki içinde olanları, Nai Nai’ı onların yerine koydurarak,  kişisel olarak da çok etkileyecektir. Awkwafina ve Shuzhen Zhao’nun da oyunculuklarıyla göz doldurduğu filmin yılın en “mendil ıslatan” filmi olduğu kesin. İlkyaz Altuğ

16. Synonyms

Nadav Lapid’in sinemasının belirli bir karakter edindiği ve kendi hayatından birçok iz taşıyan Synonymes, İsrail’de askerken yaşadığı travmalar sonrası kaçıp Fransa’ya gelen Yoav’ın serüvenini anlatıyor. Bu serüveni anlatış biçimi ise, filmi yılın en iyilerinden biri yapıyor. Yoav’ın geçmişi kafasından silip, kendini yeniden ürettiği bu hikayenin dinamikleri de haliyle normal değil. İbranice konuşmayı reddeden, elindeki Fransızca sözlüğüyle, kelimelerin en arkaik haline kadar öğrenen Yoav bu haliyle bir yandan trajikomik bir karakter haline de bürünüyor. Birçok sahnede şifrelenmiş şekilde, filmin ana hatları ve yönetmenin coğrafyasına dair sözlerini de bulmak mümkün, bunların çok derinde olmadığını da söylemek gerek: İsrail’in yıllardır yürüttüğü işgal, Batı’nın oryantalizmi ve bir askerin travmaları bunlardan bazıları. Berlinale’den Altın Ayı ile dönen Synonymes, İsrail’den çıkan son zamanlardaki en iyi iş; gözü kara, hikâyesini anlatırken hiçbir şeyden çekinmeyen film, Batı’nın kapalı kapılarını, travmatik Doğu’yu anlatırken bir yandan da yönetmenin kendi hayatına, kendi hikâyesi ve çıkmazlarına dayalı bir sonuç ürünü. Anıl Boydağ

15. Us


Get Out
’la büyük dikkat çeken Jordan Peele, yazıp yönettiği ikinci filmi Us ile yine yılın özgün korku filmlerinden birini ortaya çıkardı. Yakın zamanda, efsane TV dizisi Alacakaranlık Kuşağı (Twilight Zone)’nı da yeniden hayata geçiren yönetmen, Us’ta tıpkı ilk filminde olduğu gibi bu diziden ilham almış. Dizinin “Mirror Image” isimli bölümünden esinlendiği filmde, tıpkı bu bölümdeki gibi ana karakterin hayatı kendisine tıpatıp benzeyen birisi tarafından “ele geçirilmeye” çalışılıyor. Ailesiyle tatile giden Adelaide’in kendisine tıpatıp benzeyen Red ile karşılaşması ile hayatını altüst edecek olaylar başlıyor ve hayatı tam olarak cehenneme dönüyor. İlk gösteriminden sonra yine büyük övgüler alan film daha sonra beklenen etkiyi yaratamayınca ödül sezonunun en konuşulan filmlerinden biri olmadı belki ancak Lupita Nyong’o’nun yılın en başarılı performanslarından birini gösterdiğini yine de belirtmek lazım. Yönetmenin yine Amerika’nın mevcut politik iklimine eleştiri olarak sunduğu detaylarla dolu film, muazzam müzikleri ve başarılı oyunculuklarıyla akıllarda yer ediyor. Sesil Yersu Uncu


14. The Painted Bird

Jerzy Kosiński’nin kitabından uyarlanan The Painted Bird filmi, İkinci Dünya Savaşı’nda ailesinden ayrılmak zorunda kalmış Yahudi bir çocuğu konu alıyor. Film, ırkçılığı tüm gücüyle lanetlerken mutlak iyi ve kötü yaratmaya çabalamıyor. Rahatsız edici boyutta bir şiddetin izleyiciyi her saniye hırpaladığı film, sevgisiz ve merhametsiz bir toplumu gözler önüne seriyor. Sanıyorum ki Kosiński’nin anlatmak istediği asıl mesele sadece Nazi Askerlerinin nasıl savaş suçu işlediği değildi. Kosiński kitabında aynı zamanda militarizmin etkin olduğu İkinci Dünya Savaşı dönemindeki Orta Avrupa taşra halkının toplumsal düzen ve hukuk kurallarını nasıl hiçe saydığını da anlatma gayreti içerisine girmiş. Bu doğrultuda baktığımızda kitabı senaryolaştırıp yöneten Václav Marhoul’un başarılı bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Ali Rıza KoçakYazının tamamı

13. Midsommar

Festivalin her bir adımı kusursuzca planlanmış, halkın her eylemi mekanik bir kolektiflikle ritüel halinde icra ediliyor. Dev bir masanın etrafında verilen bir ziyafette, değil yemeğe başlamak, çatal-bıçağa dokunmak bile yaşça büyük komünite önderlerinin hareketiyle başlayan bir orkestrasyonu gerektiriyor. İçilecek her içki, tadılacak her yemek yepyeni sürprizlere gebe. Dani, Christian ve arkadaşlarının kültürel bir merakla araladığı her kapının ardında kendilerini bekleyen ürkütücü bir tasarım, temas ettikleri her insanın arkasında kültürün mutlak yapılarıyla şekillendirilmiş bir oluş var. Şenliğin bu dışarıdan ziyaretçileri için, doğayla bütünleşik olan bu cennet benzeri köy ‘öteki’nin bilinmezliğinin gelenek ve ritüellerle katmerlendiği karnavalesk bir cehenneme dönüşüyor. Bütün bunlar olurken filmin yönetmeni Ari Aster korku sinemasının olmazsa olmazı karanlığa ihtiyaç duymuyor, her şey ferahlık verici bir aydınlıkta gerçekleşiyor. Burak Yılmaz: Yazının devamı

12. Monos

Yılın henüz başında, Sundance Film Festivali’nde gösterildiğinden beri tüm önemli festivalleri dolaşan ve kulaktan kulağa yayılarak bir külte dönüşen, Güney Amerikalı yönetmen Alejandro Landes‘in ikinci kurmaca filmi, Kolombiya’da bir dağın zirvesinde, Amerikalı bir kadın rehineyi kollaması için görevlendirilen 8 çocuğun giderek çığırından çıkan öyküsünü anlatıyor.

Ergenlerin arkaik arzuları, aralarındaki acımasız çekişme ve tüm bunlarla beraber seyrettiğimiz vahşet gösterisi, filmin saf bir şekilde açığa çıkarmaya çalıştığı kaosu imliyor, seyircisine, düzenin olmadığı toplumun küçük bir biriminde, bir klanda anarşiyi deneyimletiyor. Bütün dünyanın uyanmak isteyeceği, gerçek bir kabus bu. Tuncay Uravelli: Yazının tamamı

11. Ad Astra

Ön planda bir baba oğul ilişkisine tanık olsak da atmosferin izleyiciye sunuluşunda görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın katkısını çok. Sinemanın getirdiği teknolojilerin katkısı yadsınamaz ama bunu en üst gerçekçilik seviyesinde bize yansıtılması hayranlık uyarıcı. Sinematografisinde Interstellar gibi bir film olan birisine yönetmen James Gray sırtını yaslamış ve filmini çekmiş. Ad Astra son virajda risk almayıp biraz temkinli ve kısmen garanti bir son vermiş. O konuda biraz daha cesur davransa ve izleyicilerin ufkunu açacak şeyler yapsa daha izleyici dostu bir film olabilir. Ama bu haliyle bile bilim kurgu sevenleri tatmin etmeye yetiyor. Hürrem Erdoğan: Yazının tamamı

10. Kız Kardeşler

İzole bir mekânda yıkıcı bir hikâyenin anlatımının bu denli hafiflemesinde, masalsı kurgu önemli bir yer kaplıyor. Bunun temelinde; filmin orijinal müziği, seçilen lokasyon, köyün delisinin sahneleri ve sinematografi yatıyor. Tüm bunların birleşmesiyle, belirli vurucu sahneler dışında öyle bir izleme deneyimi sunuyor ki, kendinizi akan bir suya bırakıyorsunuz ve o sizi filmin sonuna kadar taşıyor.  Giorgos ve Nikos Papaioannou’nun film için yaptığı müziğe özellikle dikkat çekmek gerekiyor, filmin hikâye anlatıcılığına çok etkisi var, Emin Alper’in çocukluk anılarından çıkan bu filmin zamansız olabilmesini sağlayan şey belki de bu müzik. Sinematografi ile bu müziğin birleştiği nokta, bize eşsiz ve derin bir duygu yaşatıyor. Alper, Kız Kardeşler ile birlikte yönetmenliğinde yeni bir eşiği atlıyor; hikâye anlatıcılığı, teknik ve birçok açıdan kendini geliştirdiği ve daha iyi olmaya çalıştığını görüyoruz. Anıl Boydağ: Yazının tamamı

9. Pain and Glory

Salvador karakteri ise paralel evrende yaşayan bir Almodóvar gibi; evinin dekorları, filmlerinin afişleri, cinsel yönelimi, annesiyle olan ilişkisi gerçeğe en benzeyen taraflar, geriye kalan şeylerin ise ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu bilemiyoruz. Geriye kalan şeyler Almodóvar’ın aksine daha karamsar ve acılı bir hayatı yansıtıyor perdeden. Filmin girişinde bütün hastalıklarına, vücudundaki ağrılara dair, bilimsel açıklamalar duyuyoruz Salvador’dan. Bu sayede ona dair merak ettiğimiz şeyler bugünü değil geçmişi oluyor. Ayrıca bugün bizi esir alıyor, unutulan bazı ağrıları hatırlatıyor. Bu yüzden Salvador’un bugününden kaçıp hemen geçmişi gelsin istiyoruz, bunun sebebi çocukluğun hafifliği aslında, çünkü yaşlı Salvador binbir türlü yükün altında ezilen ve bir türlü hangi yöne gideceğini bulamayan biri. Çocuk Salvador mutlu ya da bunu yaratıyor, kendinden emin, bir gün avluda bayılana kadar kendinden emin ve annesinin koruması altında. Anıl Boydağ: Yazının tamamı

8. A Hidden Life


İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin yanında savaşmayı reddeden bir çiftçi olan Franz Jägerstätter’ın gerçek yaşam öyküsünü beyaz perdeye taşıyan A Hidden LifeTerrence Malick’in empresyonist görsellik anlayışının en iyi örneklerini sunduğu The Tree of Life (2011) filminin ardından yaşadığı  kafa karışıklığının sonu olarak değerlendirilebilir. Senaryosu, Franz ve eşi Franziska’nın birbirlerine yazdıkları mektuplardan yararlanılarak oluşturulan film ana karakterin verdiği karar sebebiyle idam edilmeden önceki tutukluluk günlerine ve ailesinin bu süreçte yaşadığı zorluklara odaklanıyor. Malick, yalnızca Franz’ı ön plana çıkarıp kahramanlaştırarak şehit mertebesine taşımaktan ziyade arkasında bıraktığı eşi ve çocuklarının karşılaştığı toplumsal tepkilere de gereken önemi vermiş. Bu sayede savaşın yalnızca kan ve organ parçalarıyla dolmuş siperlerdeki vahşetten ya da binlerce insanı kurtarmak için hayatlarını tehlikeye atanların kahramanlık hikâyelerinden ibaret olmadığını, katliam arzusuyla yanıp tutuşan bir dünyanın deliliğinde kaybolmak istemeyenlerin psikolojik mücadelesinin de bir tür direniş niteliği taşıdığını gözler önüne seriyor. Ziya Aydı: Yazının tamamı

7. Joker

Film ritmini üç ana unsura borçlu. İlki ekrandan gözlerinizi ayırmanıza fırsat vermeyen Joaquin Phoenix’in kıskandıran performansı. İkincisi Joaquin Phoenix’in performansına ve filmin ruhuna eşlik eden Hildur Guðnadóttir’in müzikleri. Diğeri ise arka fonda etkili olan yer yer başrole geçen Gotham şehri. Tabii bunları bir araya getiren yönetmen Todd Phillips’i unutmamak lazım.  Joker filmin sonunda genel olarak içinde olduğumuz sistemin şu zamanki hâlini açıklıyor. “Ezilenleri görmezden geliyorsunuz. Neye gülüp gülmeyeceğinize sistem kendi karar veriyor. Bizim bu toplumda bir önemimiz yok.” Bu açıklamalardan sonra Joker’in ve Gotham şehrinin doğumu tamamen gerçekleşiyor. Hürrem Erdoğan: Yazının tamamı

6. The Lighthouse

Martin Heidegger’nın, varlığı açıklamaya çalışırken kullandığı “Geworfenheit”ı gibi, bu adaya “fırlatılmış” iki insan Ephraim Winslow ve Thomas Wake, 1800’lü yılların sonunda, üstünde bir deniz feneri olan bu ufak adaya ayak basıyor. Buradaki deniz fenerini idare etmek için 4 haftalığına adaya gelmeleriyle birlikte hikâyelerine tanık olmaya başlıyoruz. 2015 yılında çektiği The VVitch filmiyle dikkatleri üzerine çeken ABD’li yönetmen Robert Eggers’ın teknik tercihleri filmin ilk karesiyle birlikte göze çarpıyor. Solgun ve puslu görüntülere sahip film, 1.19:1 çerçeve oranıyla beyaz perdeye yansıtılıyor. Kenarlardan kesilmiş ve kare bir form almış bu görüntü ve siyah-beyaz tercihi, filmin seyirci üzerinde baskı kuracağının ilk işaretlerini veriyor. Mistik, karanlık ve boğucu bu “kareler”, film boyunca anlatılan hikâye, yönetmenin kurmaya çalıştığı dünya, The VVitch’de görebildiğimiz gerilim yüklü tarz ve The Lighthouse karakterlerinin içerisine düştükleri durum ile bağdaşıyor. Oğuzhan Biderci: Yazının tamamı

5. Portrait of a Lady on Fire

En İyi Senaryo ve Queer Palmiye ödüllerini kazandığı Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerin favorisi olan Portrait of a Lady on Fire, biletleri anında tükenen Filmekimi gösterimlerinin ardından geçtiğimiz günlerde ülke genelinde de vizyona girdi. Fransız sinemacı Céline Sciamma’nın (TomboyGirlhood) yazıp yönettiği filmin başrollerini Noémie Merlant ve Adèle Haenel paylaşıyor. 18. yüzyılda Fransa’da geçen film, evlenme çağındaki bir genç kadın ile onun portresini yapmakla görevlendirilen bir ressam arasındaki ilişkiyi konu ediniyor.

Farklı sanat dallarına ait çeşitli eserlerden kendi bütünlüğünü sağlayan uyumlu parçalar olarak faydalanan film, bunu yaparken özgünlüğünü de korumayı başarıyor. Sanatın mitini anlatan Orpheus ve Eurydice’nin bir sahnede karakterler tarafından çözümlenen trajedisi ve senaryo arasındaki paralellik oldukça dikkat çekici. Arzulananın arzu tarafından yok edilerek sanat eserinde fizikselleşen bir hatıraya dönüşümü, Héloïse ve Marianne’in birbirlerini gördükleri son bakışı daha da anlamlı kılıyor. Ziya Aydı: Yazının tamamı

4. Uncut Gems

Good Time (2017) ile kazandıkları başarı sayesinde on yıldır üzerinde çalıştıkları bu projeyi hayata geçirme şansına kavuşan Josh ve Benny Safdie, en iyi bildikleri işi yaparak New York’un çağdaş alt kültürlerini beyaz perdeye taşımayı sürdürüyorlar. A24 ve Netflix’in dağıtımcılığını üstlendiği film, kumar bağımlısı kuyumcu Howard Ratner’ın ailevi ve ticari hayatındaki sorunları çözmek için verdiği mücadeleyi konu ediniyor. Kaba komedilerde görmeye alışık olduğumuz Adam Sandler, Punch-Drunk Love (2002, Paul Thomas Anderson) ile belirlediği çıtayı da aşarak oyunculuk kariyerinin doruk noktasına ulaşmış. Sandler’a Lakeith Stanfield, Kevin Garnett ve The Weeknd gibi isimler eşlik ederken Safdie Kardeşlerin her daim maksimum verim almayı başardıkları karakter oyuncuları arasından da Julia Fox ön plana çıkmış. Yaşattığı stres ile seyircisini fiziksel açıdan sersemletip yoracak kadar güçlü bir film olan Uncut Gems, yılın en iyi yapımları arasına adını mücevherlerle süslü altın harflerle yazdırıyor. Ziya Aydı

3. Marriage Story

Boşanma portresi ortaya koymak isteyen başka bir film olsa dram dolu olacakken Marriage Story’de ağlamaktan gülmeye geçmeniz için bazen bir kelime bazen de bir hareket yeterli oluyor. Baumbach’in sade ve samimi bir anlatıma sahip filmi seyirciye olabilecek tüm duyguları yaşatmayı başarıyor ve bunu ustalıkla yapıyor. Ayakkabı bağlamak, saç kesmek gibi sıradan şeylere bile büyük anlam yükleyebilen, küçük çaplı ancak dev hissettiren bir film bu. Baumbach’in Frances Ha’dan beri en iyi işi olan Marriage Story, sadece Adam Driver ve Scarlett Johansson’ın kariyerlerinin en iyi performanslarını görmek için bile izlenebilir. Ya da Adam Driver’ın “Being Alive”ı söylediği o müthiş sahne için bile. Son yılların en etkileyici filmlerinden birini kaçırmak istemezsiniz! Sesil Yersu Uncu: Yazının tamamı

2. The Irishman

The Irishman, Scorsese’nin de belirttiği gibi bir adamın geçmişte yapmak zorunda kaldığı seçimleri gözden geçirdiği retrospektif bir film. Lakabıyla filme adını veren Frank Sheeran’ın kişisel hayat öyküsündeki gelişmeler yakın dönem Amerikan tarihinin dönüm noktalarıyla iç içe geçerken akla ister istemez Forrest Gump (1994) geliyor. Satır aralarına serpiştirilen Küba Füze Krizi ve Fidel CastroKennedy Suikastı ve David FerrieWatergate Skandalı ve Richard Nixon gibi olaylar ve isimler filmin üstüne inşa edildiği tarihsel bağlamın incelikle örülmesini sağlıyor. Böylece mafyaya hizmet eden bir tetikçinin anıları, Amerikan toplumunun kolektif hafızasıyla örtüşecek bir biçimde kurgulanıyor. Tabii ki Scorsese, senaryoyu Forrest Gump’ta olduğu gibi muhafazakar bir vatanseverlik propagandasına meze etmek yerine kendisinden beklenileceği üzere devlet ve mafya arasındaki kirli ilişkilere odaklanmayı tercih etmiş. Ziya Aydı: Yazının tamamı

1. Parasite


Bong Joon Ho
’nun sineması kapitalizmin yarattığı toplumsal krizlerin tahrip edici yansımalarına mercek tutuyor. 
Snowpiercer (2013) filminde eşitsizliği ve sınıfsal farklılığı post-apokaliptik bir tren üzerinden distopik bilim kurgunun araçlarıyla anlatırken, The Host (2006) filminde ekolojik yıkımı alışılagelmedik bir yaratık filmiyle hikâyeleştiriyor. Okja’da (2017) gıda endüstrisi ve kapitalist tüketim ilişkisini küçük kızla devasa bir domuzun dostluğunu merkeze koyan fantastik bir hikâyeyle ele alıyor. Her seferinde yepyeni anlatı teknikleri geliştiren yönetmen, Parasite filminde ise Snowpiercer’da en arka vagona yerleştirdiği paryaları (outcast) bu kez evlerin en alt katına yerleştirerek sınıfsal farklılaşma ve ayrışmayı yaşanılan mekân üzerinden temsilleştiriyor. Bong Joon Ho, sinemasının alamet-i farikası olan metaforları bu filmde de cömertçe hikâyesine yerleştiriyor. Bu anlamda filmin ismine kaynaklık eden de aslında sınıflar arasındaki birbirine bağımlılık diyalektiğine ve o parazitik ilişkiye işaret eden bir metafor. Ancak ezen ve ezilen grupların konu edildiği iki matrisli uzam kadar basit değil hikâye. Joon Ho, ezilen bir öznenin yanına onunla rekabete girebilecek bir başka özneyi yerleştirerek işleri daha da karmaşıklaştırıyor ve izleyicinin empati duygusuyla oynuyor. Film ilerledikçe eşitsizlik, yoksulluk gibi inceltilmiş duyguların inşa ettiği özdeşleşme mekaniği bir bir yıkılıyor. Yönetmen bizi, çokça yapıldığı gibi içi boş bir alt sınıf övgüsüne, ucuzlatılmış bir yoksulluk romantizmine götürmek yerine, kapitalizmin altın çağında bu sınıfların işe koştuğu hayatta kalma stratejilerine odaklanmaya davet ediyor. Burak Yılmaz: Yazının devamı

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Bir Cevap Yazın