A Hidden Life (2019): Tanrım Bizi Neden Terk Ettin?
birdunyafilm.co
Rating: 8.5 / 10
A Hidden Life (2019): Tanrım Bizi Neden Terk Ettin?
8.5
İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin yanında savaşmayı reddeden bir çiftçi olan Franz Jägerstätter’ın gerçek yaşam öyküsünü beyaz perdeye taşıyan A Hidden Life, Terrence Malick’in empresyonist görsellik anlayışının en iyi örneklerini sunduğu The Tree of Life (2011) filminin ardından yaşadığı kafa karışıklığının sonu olarak değerlendirilebilir. Senaryosu, Franz ve eşi Franziska’nın birbirlerine yazdıkları mektuplardan yararlanılarak oluşturulan film ana karakterin verdiği karar sebebiyle idam edilmeden önceki tutukluluk günlerine ve ailesinin bu süreçte yaşadığı zorluklara odaklanıyor. Malick, yalnızca Franz’ı ön plana çıkarıp kahramanlaştırarak şehit mertebesine taşımaktan ziyade arkasında bıraktığı eşi ve çocuklarının karşılaştığı toplumsal tepkilere de gereken önemi vermiş. Bu sayede savaşın yalnızca kan ve organ parçalarıyla dolmuş siperlerdeki vahşetten ya da binlerce insanı kurtarmak için hayatlarını tehlikeye atanların kahramanlık hikâyelerinden ibaret olmadığını, katliam arzusuyla yanıp tutuşan bir dünyanın deliliğinde kaybolmak istemeyenlerin psikolojik mücadelesinin de bir tür direniş niteliği taşıdığını gözler önüne seriyor. A Hidden Life, savaş söz konusu olduğunda insanın kendisini bir anda içinde bulduğu kitle histerisinin karşısına evrende yaşamdan daha değerli hiçbir şey olmadığının bilincindeki bireyin vicdanını yerleştiriyor.
Yaklaşık üç saat süren filmin ilk çeyreğinde küçük bir Avusturya köyü olan Radegund’da yaşayan Jägerstätter çiftinin sıradan ve mutlu hayatlarını gözlemliyoruz. Zamanın önemini yitirdiği İncil’deki cennet bahçelerini andıran bu yerde çiftçilik yapıyor, çocuklarıyla oyunlar oynuyor, haftanın belirli günleri barda ve kilisede köyün diğer sakinleriyle kaynaşıyorlar. Fakat savaşın başlangıcıyla birlikte nasyonal sosyalizmin insanları etkisi altına alan büyüsü Radegund’a da ulaşarak Franz ve ailesinin bu pastoral cennetteki kusursuz yaşamlarını cehenneme çeviriyor. Franz’ın ulusun kurtarıcısı olarak görülen Hitler’e ve Nazi ordusuna hizmet etmemesini salık veren vicdanının sesini dinleyerek aldığı karar, o güne kadar saygıdeğer bir parçası olduğu mikro toplumda infial yaratarak bir günah keçisine dönüşmesine neden oluyor. Bu noktada film, bir yandan Georges Bataille’ın faşizmin psikolojik yapısı olarak tanımladığı toplu histeri hâlini Franz’ın ve ailesinin karşılaştığı tepkiler ile görselleştirirken, diğer yandan da ana karakterin tercihini faşizme has bir rasyonaliteyi temsil eden belediye başkanı ve rahip gibi farklı otoriter figürler aracılığıyla sorgulayarak ulusal ya da dinî ortaklığın kapladığı kutsal alan karşısında kişisel inançtan beslenen iradenin değerini ölçüyor. Kamusal arzunun mevkisinde biriktiği belediye başkanının, Franz’ı ailesinin düşeceği durum ile tehdit ederek caydırmaya çalışması, faşist toplumların bireyi öz niteliklerinden sıyırarak kendi özdeş bileşenlerinden birine dönüştürme sürecinde aile kurumunun bir koz olarak kullanılmasına örnek teşkil ediyor. Franz’ın annesinin film boyunca başlarına gelenlerden ötürü gelinini suçlaması, aslında Franziska’nın toplum tarafından kendisine biçilen stratejik görevi yerine getirmiyor oluşuna yönelik bir alt metin içermekte. Franziska, erkeğin vicdanına aykırı da olsa kolektif bilince uygun olarak hareket etmesini sağlayacak sorumluluğun kaynağı olan savunmasız ve yardıma muhtaç eş rolünü üstlenmiyor. Franz, hapishanede fiziksel ve mental işkencelere karşı koyarken, büyük bir aşkla ona bağlı olan Franziska da aynı kararlılığı giderek yalnızlaştığı sosyal ve ekonomik hayatında sergiliyor. Filmde sıklıkla üzerinde durulan inanç kavramının temelini oluşturan spiritüel bağ bireyin Tanrı’ya karşı kaderci teslimiyetinden ziyade iki birey arasındaki aşk ilişkisinde kurulmuş durumda. Terrence Malick, filmin metinsel anlatımını Franz ve Franziska arasındaki mektuplar yardımıyla kurgulayarak bu ilişkiyi çift katmanlı hâle getiriyor ve sevmeyen kişinin Tanrı’yı tanıyamayacağını ima ediyor. Mektuplar neredeyse dua formatında yazılmış olsalar dahi aslen Franz ve Franziska’nın birbirlerine duydukları bağlılığı ve ihtiyacı dile getiriyorlar. Böylece çekilen çileler ve aralarındaki mesafe görsel olarak var olmasına rağmen bu görselliğin arka planındaki metin sayesinde yaratılan çelişkide, Hristiyanlıkta Tanrı ile eşdeğer olan sevgi yüceltiliyor. Filmde ilgi çeken bir diğer detay ise karakterlerin kullandıkları dildeki değişim. Franz ve Franziska’nın diyalogları İngilizce iken, çevrelerindeki insanlar tarafından aileye yöneltilen vahşi tepkilerin Almanca olması riskli bir tercih. İlk bakışta Malick, Almancanın kaba kabul edilen fonetik yapısını fiziksel ve psikolojik şiddetin bir parçası olarak kullanmış gibi görünse de bu seçimin ardında Hitler’in nefreti körükleyici propaganda dilinin topluma nasıl sirayet ettiğine dair bir vurgu olabileceğini de belirtmek lazım.
A Hidden Life, fiillerle değil tercihlerle hikâyesini örerken eylemsizliği bir direniş biçimi olarak sunmakta. Film, tokadı yiyince diğer yanağını çeviren alışılageldik aziz öyküsünden ziyade müşterek bir saldırganlığın hüküm sürdüğü topraklarda tokat atmayı reddeden bir adamı anlatıyor. Franz, bir diğer otoriter figür olan rahiple arasında geçen tartışmada özgür iradenin yalnızca yaptıklarımızı değil yapmadıklarımızı da kapsadığını öne sürerken bunu açıkça belirtmekte. Malick’in meseleye yaklaşımı taşıdığı tematik benzerlikler doğrultusunda Carl Theodor Dreyer’ın La passion de Jeanne d’Arc (1928) filminden ve Roberto Rossellini’nin Europa ’51 (1952) filminden esinleniyor. Vicdan, inanç bağlamında temellendirilse bile insan eliyle örgütlenmiş bir kurum olan dinin yozlaşmaya ve yanılgıya müsait yanı, kilisenin tavrı aracılığıyla açıkça vurgulanıyor. A Hidden Life, son yıllardaki avangarda kayan emprovize dilinden (To the Wonder, Knight of Cups, Song to Song) vazgeçip uzun bir aradan sonra ilk kez lineer kurgu tercih etmesine rağmen Terrence Malick için oldukça kişisel bir film. Felsefe eğitimi aldığı gençlik yıllarında takipçisi olduğu Nazi destekçisi Martin Heidegger’nın The Essence of Reason (1969) isimli kitabını İngilizceye çeviren Malick’in, filmi günah çıkarma amacıyla çektiğini söylemek bile söylemek mümkün. Öyle ki yönetmen, seyircisiyle konuşmasını sağlayan bir karakteri filme eklemekten dahi çekinmemiş. Anlatımın bütünlüğü içerisinde uyumsuzluğuyla dikkat çeken bir sahnede kilisenin duvarlarına İsa figürleri çizen sanatçı direkt olarak Malick’i temsil ediyor. Sanatçı ‘’bugüne kadar hep başında halesiyle insanları rahatlatan İsa’yı çizdim, bir gün İsa’nın gerçek yüzünü çizeceğim’’ derken aslında konuşan kişinin yönetmenin kendisi olduğu açıkça ortada. Mesihlik payesinin gerçek doğası, Franz’ın kahramanlık eylemleri ile seyirciyi rahatlatmak yerine sınanan iradesi bakımından karakterle özdeşleştirip kişisel sorgulamalara iten bir rahatsız edicilik içeriyor. Film, sinema salonunun rahat koltuklarında oturan izleyicilere son derece güncel bir soru yöneltiyor: Etrafınızdaki herkesin onaylayarak ahlaki bir norma dönüştürdüğü yanlışa karşı kendi doğrunuzu savunmak adına neleri göze alırsınız? Tıpkı insanlığın günahları uğruna İsa’nın çarmıha gerilişi gibi Franz da bu uğurda canını ve ailesinin refahını hiçe saymaktan çekinmiyor.
Franz’ın askeri hapishanede Nazi subayından dayak yediği sahnede kullanılan öznel bakış açısında da görülebileceği üzere Malick’in zaman zaman didaktikleşerek seyirciyi yönlendiren sinema dili, dindarlık ile eş güdümlü bir biçimde yükselen muhafazakar milliyetçi politikaların dünyayı yeniden şekillendirmeye başladığı günümüzde bir çeşit farkındalık yaratma potansiyeli sebebiyle olumlu. A Hidden Life’ın Filmekimi kapsamında gösteriminin yapıldığı tarihlerde, Türkiye medyasının, bağlı bulunduğu hükümetin de sponsorlarından biri olduğu iç savaştan kaçıp ülkemize sığınan insanların memleketine yönelmiş savaş çığlıklarını ekranlara taşıyor oluşu yalnızca ürkütücü bir tesadüf olmasa gerek. Terrence Malick’in böyle bir film çekmesi, içinde yaşadığı küresel dünyanın politik iklimine karşı duyarsız kalamayışının bir göstergesi. Uluslararası seviyedeki bir futbol maçında gol attıktan sonra asker selamı vermediği için linç edilen gençlerin vatandaşı olduğu bir ülkede faşizmin nasıl işlediğini anlamak için bir Malick filmi seyretmek gereksiz gelebilir. Fakat yine de, savaş dönemlerinde ortaya çıkan faşizmin kitlesel histerisine dahil olmadan nasıl insan kalınabileceğini hatırlatan filmi Türkiye gibi bir ülkede azami sayıda izleyiciye ulaştırmak adına sinema yazarlarının ellerinden geleni yapmaları gerektiği de bir gerçek. Bahaneler ne kadar rasyonel olursa olsun, yaşamı kutsayan ve savaşa hayır diyen insanların azınlıkta kaldığı bir coğrafyada, haksızlıktan dolayı acı çekmeyi haksızlık yapmaya yeğ tutan bir karakterin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi izlemek, en azından yalnızlığımızın hüznünü bir nebze olsun hafifletecektir. Kim bilir, belki bir gün bir yönetmen çıkar ve bizim cebren saklı hikâyelerimizi de dünyaya anlatmaya karar verir.
Puanlama
8.5
Yorum(1)