Ana Sayfa Kırmızı Halı ve Festivaller Filmekimi Filmekimi 2019 The Lighthouse (2019): “Boşluğun Ortasına Fırlatılmış” Efendiler ve Köleler

The Lighthouse (2019): “Boşluğun Ortasına Fırlatılmış” Efendiler ve Köleler

The Lighthouse (2019): “Boşluğun Ortasına Fırlatılmış” Efendiler ve Köleler 9.5
1
“Kazara burada bulunan bizler neydik? 
Sessizliği yönetebilecek miydik, yoksa o mu bizi yönetecekti? O dilsiz, belki de sağır olan şeyin ne büyük, ne akıl almaz ölçüde büyük olduğunu sezdim. Ne vardı orada?”
 Joseph Conrad

Joseph Conrad’in Heart of Darkness (1902, Karanlığın Yüreği) romanında geçen bu pasaj, The Lighthouse filminin kodlarını tam anlamıyla açıklıyor. Karanlığın ortasındaki ufak bir adada hapsolmuş iki insanın, karanlığın içindeki sessizliği nasıl yönetebileceğine dair kendince fikirleri olabilir. Ama Conrad’ın bu romanında, sessizlikle kurduğu ilişkide yer almayıp The Lighthouse’da kendine yer bulan çok önemli bir ayrıntı var. Sessizlik, deniz fenerinden uçsuz bucaksız denize yayılan büyük bir uğultu ile sürekli olarak, belli aralıklarla bozuluyor. Orada sıkışıp kalan Ephraim ve Thomas, bu uğultuyla, sessizlikle ve karanlıkla da olduğu gibi yüzleşmek zorunda. Hem sonsuz gözüken bir boşluğun ortasında kalmak, hem sessizliği yönetmek, hem de bu sessizliği kıran ritmik gürültüyle baş etmek oldukça zor ve oradaki iki insanın büyük bir krize sürüklenmelerini bir bakıma kolaylaştırıyor.

Martin Heidegger’nın, varlığı açıklamaya çalışırken kullandığı “Geworfenheit”ı gibi, bu adaya “fırlatılmış” iki insan Ephraim Winslow ve Thomas Wake, 1800’lü yılların sonunda, üstünde bir deniz feneri olan bu ufak adaya ayak basıyor. Buradaki deniz fenerini idare etmek için 4 haftalığına adaya gelmeleriyle birlikte hikâyelerine tanık olmaya başlıyoruz. 2015 yılında çektiği The VVitch filmiyle dikkatleri üzerine çeken ABD’li yönetmen Robert Eggers’ın teknik tercihleri filmin ilk karesiyle birlikte göze çarpıyor. Solgun ve puslu görüntülere sahip film, 1.19:1 çerçeve oranıyla beyaz perdeye yansıtılıyor. Kenarlardan kesilmiş ve kare bir form almış bu görüntü ve siyah-beyaz tercihi, filmin seyirci üzerinde baskı kuracağının ilk işaretlerini veriyor. Mistik, karanlık ve boğucu bu “kareler”, film boyunca anlatılan hikâye, yönetmenin kurmaya çalıştığı dünya, The VVitch’de görebildiğimiz gerilim yüklü tarz ve The Lighthouse karakterlerinin içerisine düştükleri durum ile bağdaşıyor. Korku, gerilim türlerinde değerlendirilebilecek film, Jordan Peele ve Ari Aster’ın filmlerinde denemeye çalıştığı biçimle zaman zaman benzeşiyor. Bu üç yönetmenin, türsel anlamda bağdaşmalarının yanı sıra, Eggers’ın The Lighthouse’da başardığı ve Peele’ın Us’da başaramadığı bir şey göze çarpıyor. The Lighthouse’un, gerilim yüklü iki sahnesinin komik sayılabilecek anlarla ve repliklerle kesilmesi, hem filme farklı bir tat katıyor hem de Peele’ın Us filminin tamamına yaydığı ve başarısız olan “gerilim içinde komedi unsurları” formülü, abartılı olmadan, başarılı bir biçimde, The Lighthouse’da seyirciye geçebiliyor.


Filmde Thomas Wake karakterine hayat veren Willem Dafoe’nun ve Ephraim Winslow karakterine hayat veren Robert Pattinson’ın oyunculukları göz dolduruyor. Özellikle Dafoe’nun tiyatro sahnesindeymiş edasıyla attığı tiratlar, filmin hem mistik karakterini besliyor, hem de edebi özelliklerini ortaya çıkarıyor. Yemek masasında söylediği dua benzeri sözler, Ephraim ile girdiği bir takım diyaloglar ve ona haykırdığı zamanlarda attığı uzun nutuklar, yazar Herman Melville’ın gerçek denizcilerin günlüklerinden topladığı kayıtlara dayanıyor. Willem Dafoe’nun, iğrenç dişleriyle ve gaz çıkarmasıyla mide bulandırıcı Thomas Wake karakterini bu kadar güzel canlandırması, hem filme hem de Dafoe’nun kendi kariyerine üst düzey bir başarı kazandırıyor. Thomas Wake aracılığıyla aktarılan bu edebi kültür, izlediğimiz filme, hem epik bir ton katıyor, hem de gerçek denizcilerin günlüklerinden alındığı için sahih bir karakter katıyor. Seyirci, insan ve mekânın tam olarak örtüştüğü hissine kapılıyor.

Thomas Wake, uzun yıllardır deniz feneri bekçiliği yapan yaşlı bir denizcidir. Buna karşın, Robert Pattinson’ın canlandırdığı Ephraim Winslow ise ilk defa deniz fenerinde bekçilik yapmak üzere adaya gelmiş genç bir insandır. Aralarında oluşan efendi-köle ayrımı, filmin en başından itibaren Thomas tarafından kuruluyor ve bu kurulum, filmin düşünsel tercihleri için büyük önem taşıyor. Friedrich Nietzsche’nin efendiler ve köleler arasında kurduğu ahlaki dikotomiyi filmde hissetmek mümkün. Nietzsche, efendi-köle ahlakı tezini, Geneology of Morals (1887, Ahlakın Soykütüğü) eserinde öne sürmüştü ve bu dikotomiye de “master-slave morality” (efendi-köle ahlakı) adını vermişti. Basitçe anlatmak gerekirse, Nietzsche’nin “efendileri” ahlaklarını inşa ederken kendilerini merkeze alır ve “iyi, doğru olanı” belirlerler. “Köleleri” ise kendilerini merkeze almak yerine, efendilere duydukları hınçtan (ressentiment) beslenerek kendi benliklerini kurarlar, onların ahlakları “efendi karşıtlığından gelir”, kendilerine özgü değildir. Buradan hareketle, filmin başından itibaren kendinden gelen “ahlakı” ile kendi statüsünü her fırsatta belli eden ve kendisini efendi olarak konumlandıran Thomas, Ephraim üzerinde kendi gücünü test etmeye başlıyor. Kendisi ile içki içmesini her akşam yemeğinde istemesi, ona evlat demesi, ona sinirlendiğinde ağzına geleni söylemesi ve zaman zaman ona “köpek” demesi de bu “efendi” imajından kaynaklanıyor. Ephraim’in köleliği ise, Thomas’a karşı geliştirdiği hınçtan besleniyor. Kendisine ismiyle hitap edilmesini istemesi, zaman zaman kendisini zorlayan fiziksel işlerden yakınması ve belki de en önemlisi Thomas’ın izin vermemesine rağmen, deniz fenerinin en tepesine çıkma dürtüsünü kontrol edememesi. Thomas’ın filmin başında Ephraim’in deniz fenerine çıkmaması konusunda verdiği direktif, Ephraim’in içinde biriken hınç ile birleşince, Ephraim’in deniz fenerinin tepesine çıkmayı bir arzu nesnesine dönüştürmesi de kaçınılmaz oluyor. 


Yazının buradan sonrasını okumak, seyir zevkinizi bozabilir.

Ephraim’in kendi köle ahlakından gelen güçsüzlüğünü ve ittifaksızlığını (kendi konumunda köle ahlakını temsil eden insanların olmayışı) dönüştürdüğü, onları bir “arzu nesnesi” olarak cisimleştirdiği şey, deniz fenerinin tepesine çıkmak ve onun ışığına kavuşmak oluyor. Film boyunca ağır işler yaparken, sürekli deniz fenerine bakması ve deniz fenerinin tepesinde “koruyucu” bir figür olarak Thomas’ın silüetini görmesi de, bu silüeti korkutucu bir formda  görmemiz de Ephraim’in bu güç eksikliğinden kaynaklanıyor. Tekrardan Nietzsche’ye başvuracak olursak, en basit anlamıyla güç istenci (will to power), insanoğlunun yaşam kavgasının özüdür. Nietzsche’ye göre tüm canlılar, eylemlerini kendilerini korumak için değil, hep daha fazlasını almak ve “daha fazlası olmak” için gerçekleştirirler. Bu açıklamadan hareketle, Ephraim’in Thomas karşısındaki güç istenci, bir noktada onun otoritesini kısmen sorgulamasına yol açıyor ve ilerleyen dakikalarda gerçekleşmesi muhtemel bu güç kavgasının işaretlerini veriyor.  

Film ilerlemeye devam ederken, izleyicinin kafasında bir takım sahte yönlendirmeler yapıyor ve filme dair algıyı bulanıklaştırıyor. Bu bulanıklaştırma çalışmalarının, aynı zamanda senaristlerden birisi olan yönetmen Robert Eggers ve diğer senarist Max Eggers tarafından yapılan bilinçli çalışmalar olduğu kuvvetle muhtemel. İlk örnek olarak, filmin başında Ephraim’in, yatağının içinde tahtadan bir deniz kızı figürü bulması ve bu deniz kızını rüyasında görüp onunla cinsel ilişkiye girmesi verilebilir. Bu tercih, filme mistisizm katmakla birlikte, Ephraim’in bu totem tarafından metafiziksel bir etkiye maruz kaldığı izlenimi uyandırıyor. İkinci örnek olarak, iki karakter yemek yerken Thomas’ın, geçmişte bu fenerde beraber çalıştığı genç bekçi hakkında anlattığı hikâye verilebilir. Thomas, bu genç bekçinin delirdiğini anlatıyor ve onun, rüyasında deniz kızları gördüğü için delirdiğini söylüyor. Bu hikâyeyle, Ephraim üzerinde kurulan “mistik bir kumpas” olabileceğine dair mesaj, seyirciye ulaşıyor. Yönetmen, bu metafiziksel olayları kurarak, adada olmuş ve olmakta olan gizemli olaylar olduğunu düşündürtüyor. Ephraim’in adadaki son gecesinde sarhoş olmaları ve Ephraim’in gemiyi kaçırması, Thomas’ın martı öldürmenin uğursuz olduğu söylemesine rağmen Ephraim’in, kendisine saldıran bir martıyı öldürmesi, bundan sonra “her nasılsa” su kuyusunda ölü martı görmesi, martıyı öldürdükten sonra yine “her nasılsa” fırtına çıkması gibi birtakım olaylar da film boyunca izleyicinin aklına gelen, “Ephraim’i hedef alan mistik kumpas” fikrine oldukça yoğun bir biçimde yatırım yapıyor. 


Bu metafiziksel algı ile birlikte, Thomas ve Ephraim’in deniz fenerini boyadığı sahneyi değerlendirecek olursak,  halatla aşağıya sarkıtılan Ephraim zor da olsa boya yapmaya çalışıyor. Ama Thomas, sanki halatı sağlam tutmuyormuş izlenimi uyandırıyor, onu aşağıya sarkıtırken hızlı bir şekilde sarkıtıyor ve Ephraim düşme tehlikesi geçiriyor. Bundan korkan Ephraim, ona yavaş olması gerektiğini söylediği sırada halat kopuyor ve Ephraim aşağıya düşüyor. Bu kesitle birlikte, Thomas’ın “antagonist” bir enerji yayması ve “protagonist” Ephraim’e zarar vermek istiyor olabileceği fikri, seyirciye bir mesaj olarak aktarılıyor. Bu antagonist-protagonist algısından sonra da, Ephraim’in korkuları, “hıncı” ve hatta hayalini kurduğu deniz kızına duyduğu saplantılı cinsel istek gittikçe artıyor. Thomas’ın o korkutucu tiratları, Ephraim’in deniz fenerine çıkmasına izin vermemesi ve oradaki gizem, sonu gelmez sarhoşlukları ve bunlardan birinde Ephraim’in Thomas’a hayatının sırrını açması, geçmişe dair anlatılan genç bekçi hikâyesi, Ephraim’in, Thomas’ı deniz fenerinin tepesinde dolaşan bir yılan gibi görmesi… Tüm bunlar, Thomas’ın Ephraim üzerinde kurduğu mistik bir hâkimiyet olduğu veya ona gerçek bir komplo kurduğu fikrine yoğun bir biçimde yatırım yapıyor.

Bu iki bilinçli algı bulanıklaştırması ile birlikte, Ephraim ile Thomas’ın yani efendi ve kölenin, arasındaki güç savaşını gerçekleştirmelerine tanık oluyoruz. Bu dikotominin, bir güç çatışmasına döneceği, hatta bir noktada efendi ve kölenin “eşdeğer” olacağı veya güç ilişkilerinin yer değiştirebileceği, Ephraim’in Thomas’a söylediği sırrıyla belli belirsiz işaret ediliyor. Sarhoşlukları sırasında Ephraim, Thomas’a geçmişte yaşadığı bir olaydan bahsediyor. Bir adamın öldüğüne tanık olduğunu ama kendisinin onu öldürmediğini, o adam öldükten sonra da onun kimliğini üstlendiğini ve asıl isminin Ephraim olmadığını anlatıyor. Ephraim,  gerçek isminin “Thomas” Howard olduğunu söylüyor ve “Thomas” Wake de, Ephraim’i bu olay ile ilgili suçlamaya ve kendi otoritesini perçinlemeye çalışıyor. 


Ephraim’in hıncı (ressentiment), yaratıcı bir karaktere bürünüp birtakım değerler doğurmaya başlıyor. Kıdemli bekçinin yazdığı iş günlüğüne Ephraim hakkında kötü şeyler yazan Thomas, Ephraim’in bunu sorgulamasına maruz kalıyor. Ephraim, önce deniz fenerine çıkmak için yalvarıyor ve sonra olayların başından beri “efendi”ye karşı biriktirdiği bütün hıncı boşaltıyor. Thomas’ı döven ve ona gerçek bir köpekmiş gibi muamele yapan Ephraim, önce onu gömmeye çalışıyor, gömüldüğü çukurdan kalkan Thomas, Ephraim’e bir balta ile saldırıyor ve “burası benim deniz fenerim” diye haykırıyor fakat saldırıdan kurtulan Ephraim, aynı baltayla Thomas’ı öldürüyor. Bundan sonra, deniz fenerinin tepesine çıkan ve o ışığa “maruz kalan” Ephraim’in arzu nesnesine ulaştığında duyduğu dehşet, çok gerilimli ve rahatsız edici bir şekilde ekrana yansıyor. Filmin son karesinde de martılar tarafından vücudu yenen Ephraim’i can çekişirken görüyoruz. Bu final ile birlikte yönetmenin, çok keskin bir felsefi tercih yaptığı görülüyor. Metafiziksel ve mistik komploların hiçbirinin gerçekte yaşanmadığı, fantastik belirtilerin bu finalle birlikte bilinçli bir sahte yönlendirme olduğu görülüyor. Asıl kavga, efendi-köle dikotomisinde konumlanan iki insanın güç istenciydi ve hıncını, yaratıcı hale getiren köle, efendiyi yendi. Fakat, kendisini efendisinden bağımsız şekilde inşa edemediği için ve arzu nesnesini de tükettiği için yok olmaya yüz tuttu.

Seyirci, bu olayları genellikle Ephraim’in gözünden görüyor, onun “delirmiş gözüyle” birlikte bu filmi takip ediyor. Thomas “antagonist” bir karaktere bürünüyor ki yönetmenin de isteği bu yönde, Ephraim de “protagonist” bir karaktere bürünüyor. Metafiziksel düzlemde değerlendirilebilecek birtakım uğursuzluklar oluyor ama eninde sonunda Ephraim, Thomas’ı bilek kuvvetiyle alt ediyor. Filmin başından itibaren aslında mistik, doğaüstü, ürkütücü veya destansı birtakım olaylar olduğunu zannederken, bir takım hayaller ve akıl sağlığını koruyamayan Ephraim karakterinin, kendi iç hesaplaşmasını ve yanılsamalarını izliyoruz.

The Lighthouse filmini güçlü kılan şey ise tüm bu algı bulanıklaştırmasını çok iyi başarması, finale dek bunu sürdürmesi ve bunu keskin bir şekilde kırıp onun yerine materyalist ve güç savaşı odaklı realist bir final yapmasından geliyor. Bu final ile, bütün film en başa sarılıyor ve film üzerine yeniden sahne sahne düşünülüp, olaylar bir de bu perspektiften değerlendiriliyor. Üzerine tekrar tekrar ve derinlikli bir şekilde düşündürten The Lighthouse, hiç kuşkusuz bu yılın ve belki de birçok insan için 21. yüzyılın en iyi filmleri arasına girmeyi başaracak gibi gözüküyor.

“Bellum omnium contra omnes” (Herkesin herkese karşı savaşı) 
Thomas Hobbes

Puanlama

9.5

9.5
Kullanıcı Oyu: ( 2 oylar ) 8.8

Oğuzhan Biderci 23/İstanbul/öğrenci. Sıradan yaşamının içinde olan sinema ve onun barındırdığı anlamlar. modernite, politika, varlık, etik, sinemanın deşifresi, Wes Anderson, seul contre tous, Yorgos Lanthimos, güneşli pazartesiler ve birtakım başka şeyler. “¿Que dia es hoy?”

Yorum(1)

Bir Cevap Yazın