Monos (2019): Vahşete Çağrı

Monos (2019): Vahşete Çağrı 8.0
1
Yılın henüz başında, Sundance Film Festivali’nde gösterildiğinden beri tüm önemli festivalleri dolaşan ve kulaktan kulağa yayılarak bir külte dönüşen, Güney Amerikalı yönetmen Alejandro Landes‘in ikinci kurmaca filmi, Kolombiya’da bir dağın zirvesinde, Amerikalı bir kadın rehineyi kollaması için görevlendirilen 8 çocuğun giderek çığırından çıkan öyküsünü anlatıyor.

Bigfoot, Rambo, Smurf, Swede, Wolf, Perro, Bum Bum ve Lady lakaplı 8 ergen genç, doktor olarak çağırdıkları kadın ile birlikte bir tür kamp yaşamındadırlar. Eğitmenleri ve liderleri olan “mesajcı” lakaplı adam ise belli aralıklarla yanlarına gelip onlara katılmaktadır. Filmin ilk yarısında, çocukların silah kullanımı sonucu bir ineği öldürmeleri ile ilk şokun yaşanması ve sonrasında yaşananlar, bir silahsızlanma çağrısı ve antimilitarist mesaj olarak okunabilir. Fakat ikinci yarıyı kaplayan, arka plandaki siyasi belirsizlik, yönetmenin böyle bir amacı olmadığını gösteriyor. Büyük ihtimalle fidye için tutulan Amerikalı kadın üzerinden postkolonyalizm okuması yapılabilir belki. Çocuklar tarafından doktor olarak çağrılan (daha sonra mühendis olduğunu öğreniyoruz) Sara Watson’ın hangi görevle, hangi amaçla orada olup da kaçırıldığını anlamamıza imkân vermeyen film, net bir mesajdan da kaçınıyor. Sara’nın Güney Amerika’ya bir turist olarak geldiği üzerinden yola çıkarsak, film, Batı’ya; “egzotizm aradığın orman, doğa böyle bir yer, geleceksen buna hazırlıklı gel” diyor sanki.


Liderleri olan cüce, kamptan ayrıldığında, bir özgürlük illüzyonu yaşayan çocuklar ─veya filmin ismi ile çağrıştırılan “monos” yani ispanyolca maymunlar─ capoeira dövüş dansı yapıyor, cinsel deneyimler yaşıyor, halüsinatif mantar yiyor ve sarhoş olup eğleniyorlar. Burada iktidarın kırılganlığı, varlığı ve yokluğundaki devasa farklar açığa çıkıyor. Yönetmen bir söyleşisinde, iki çatışma üzerinden filmi kurduğunu söylüyor; herkesin deneyimlediği ergenlik hormonlarının üzerimizdeki etkisi ve dış kaynaklı savaş. Burada, sözü edilen dış kaynaklı savaşın, doğuştan beri içimizde olduğu, insanın olmazsa olmaz bir özelliği olduğunu anlatan, Nobel ödüllü İngiliz yazar William Golding‘in başyapıtı olarak nitelendirilebilecek Sineklerin Tanrısı (1954) romanından bahsetmek gerek. Bu kitapta bir adaya düşen ve burada düzen kurmaya çalışan çocuklar üzerinden insanın içindeki kötülük/vahşilik irdelenir. İktidarın veya çocukların ifadesi ile “büyüklerin” yoksunluğunda gelişmesi muhtemel durumlar incelenir. Fakat çocuklar iktidarı da kendileri üretecektir, kötülüğü de. Monos filmi özelinde ise içimizdeki vahşiliğin kötü olup olmadığı, nereye konumlandığı, sebebi net değil. Dolayısıyla bir kabus mu, masal mı, distopya mı söylemek kolay değil. Filmin senenin en iyilerinden birisi olmasının sebebi de bu müphem hâl, kolaylıkla tanımlanamaz oluşu, kategori etmekteki zorluk olsa gerek.

İki eser arasındaki yakınlık bu kadar barizken, filme “yerleştirilen” Sineklerin Tanrısı referansını gereksiz bulduğumu eklemeliyim. Bu referans avlanmış domuzun başı kullanılarak, tek bir imge ile veriliyor. Filmde domuz avlandığını görmeden, domuz başının kullanılması da bir referanstan çok, ekleme, yerleştirme gibi kalıyor. Beraber vahşi bir şekilde domuz avladıkları, kestikleri, iştahla yedikleri, çılgınca dans ettikleri bir sahne ile birlikte bir anlamı olabilirdi bu göndermenin.

Filmin kendini aştığı ve yönünü farklı yöne çevirdiği sekansta, çocukların kaldığı dağa bir operasyon düzenleniyor. Sara ve Swede’nin saklandıkları yerden çıktıklarında asker veya gerillaları görüyoruz. Aralarında herhangi bir diyalog geçmiyor. Çocuklara göre daha büyük, tecrübeli görünen bu profesyonel askerlerin gerilla mı yoksa devletin militer kuvveti mi olduğuna dair tahmin yapmak zor. Dolayısıyla buradan da net bir alt metin çıkaramıyoruz.

Devamında, yeni meskenleri, Amazon’un yağmur ormanlarını anımsatan bölgede, bu çılgın, vahşi doğaya uyum sağlayarak hem grubun hem de filmin rasyonelitesi iyiden iyiye kayboluyor. Big Foot bir darbeyle örgütün yönetimini ele geçiriyor, bundan sonrası yokuş aşağı ─veya filmin kendi imgesiyle anlatmak gerekirse, nehrin sert akışına kapılarak─ gelişiyor. Özellikle filmin ikinci yarısında, ormanda geçen sekanslardaki görüntü yönetimi, kameranın avcı gibi hareket ederek karakterlerini takibi, doğanın seslerinin kullanımı ve Mica Levi’nin filmin nevrotik gücüne katkı yapan mükemmel müzikleri, seyircinin filmin içine girmesine katkı sağlıyor.

Amerikalı kadının kaçış denemesi sonrası bir kargaşa baş gösteriyor. Aralarındaki en naif çocuk olan Rambo kaçmayı deniyor ve başarıyor. Big Foot önderliğindeki grup, Rambo’nun bir süre bir aile ile birlikte kaldığı eve baskın düzenliyor, anne ve babayı öldürüyor. Masanın altında saklanan üç çocuk ise örgütün yeni militanları olmak üzere yetiştirilecekler muhtemelen. Buradan, savaşın çocukları içine attığı konum üzerinden bir militarizm eleştirisi okumak mümkün. Fakat asıl suçlunun kim olduğu sorusuyla ilgilenmiyor film.

1954 senesinden beri aralıklarla ve düşük yoğunlukla devam eden, 3 yıl önce FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ile hükümet arasında imzalanan barış anlaşması sonucu nihayet duran Kolombiya iç savaşının temsili veya eleştirisi gibi görünen film, herhangi bir mekân, kişi bilgisi vermemesi sebebi ile zamansız bir evrende global bir seviyeye erişiyor. Filmde önemli bir rolü, grubun liderliğini, eğitmenliğini yapan “mesajcı”yı canlandıran Wilson Salazar‘ın aynı zamanda eski bir FARC askeri olması da bu bakımdan ilginç bir bilgi. Anlaşmazlıklar sonucu örgütün eski komutanlarından birinin tekrar silahlanma çağrısı yapması, ülkedeki korkunun ve filmde açığa çıkan dehşetin bir tezahürü belki de. 
Ergenlerin arkaik arzuları, aralarındaki acımasız çekişme ve tüm bunlarla beraber seyrettiğimiz vahşet gösterisi, filmin saf bir şekilde açığa çıkarmaya çalıştığı kaosu imliyor, seyircisine, düzenin olmadığı toplumun küçük bir biriminde, bir klanda anarşiyi deneyimletiyor. Bütün dünyanın uyanmak isteyeceği, gerçek bir kabus bu.

Puanlama

8.0

8.0
Kullanıcı Oyu: ( 2 oylar ) 8.4

Yorum(1)

Bir Cevap Yazın