Ana Sayfa Vizyon Ad Astra (2019): Bireyin Kendisine Yolculuk

Ad Astra (2019): Bireyin Kendisine Yolculuk

Ad Astra (2019): Bireyin Kendisine Yolculuk 7.5
1

Babaların günahları ve o günahların cezalarını çeken oğulları… Babaların yarım kalan kaderlerini yaşamaya çalışan oğullar… Kısaca bunlara sebep olan sevgisiz babalar…

Babalar ile oğullarını konu alan birden çok film izledik.  Bana yukarıdaki cümleleri kurmama sebep olan film ise James Gray’in son filmi Ad Astra. Açılışını Venedik Film Festivali’nde gerçekleştiren film izleyicilerin beğenisi kazanmıştı. Tür olarak kısır bir döngüye giren bilim kurguya yeni bir soluk getirme durumu festivalleri yakından takip edenleri bir nebze heyecanlandırmıştı.  

Filmi adının anlamı latincede “Yıldızlara” demek.  Mümkün olacak ki latince bir deyiş olan Per Aspera Ad Astra’dan (Zorluklardan, yıldızlara) aldığını varsayıyorum. Yine varsayımsal olarak 1967 yılındaki Ay’a yolculuğun ilk safhasındaki Apollo 1’in testlerinde ölen 3 astronotun ardından fırlatma üssüne konulan anıt yazıdan olabileceği ihtimalinin kapısını aralık bırakıyorum.

Filmde bir kahraman olarak lanse edilen H. Clifford McBride kahramanlık ünvanını uzayda en uzağa giden insan ve yaptığı keşifler ile alan bir astronot idi. Neptün görevinde kendisiyle kurulan bağlantı koptuğu için öldüğü düşünüldü. Uzun bir aradan sonra Dünya’da uzaydan gelen bir sinyalden ötürü farklılıklar görünmeye başladı. Filmdeki uzay araştırmalarını yapan şirket Spacecom bunun sorumlusunun öldüğü düşünülen Clifford McBride olduğunu varsaydı. Ad Astra ise Clifford McBride’ı durdurmak ve izini sürmek için onun peşinden giden oğlu Roy McBride’ın serüvenini konu alıyor.

Yazı bu andan itibaren sürpriz bozan içerir.

Ay’a gezi amaçlı seyahatlerin hayallerini kurduğumuz bir dönemdeyiz. Ad Astra ise bu kurduğumuz hayallerin gerçek olduğu bir zaman diliminde geçiyor. Film uzayda geçen bilim kurgu türlerine nazaran ne distopik ve ne post apokaliptik bir evren sunuyor. Uzay seyahatleri artık bir rutine binmiş, gezegenlerde ve uydumuz olan Ay’da gelişmiş uzay istasyonları daha doğrusu eğlence merkezleri kurulmuş bir dönem. Günlük hayatımızdaki o büyük üretici/tüketici döngüsüne diğer toprak parçalarını adapte etmekte hiç zorlanılmadığını görüyoruz.

Evrende yalnız mıyız?

Filme genel olarak bu soru hakim. Potansiyelini oradan alıyor. Ayrıca o soru bir merak unsuru uyandırıp izleyiciye filmin sonunu bir çırpıda getirecek konsantreyi veriyor. Kahramanımızın babası H. Clifford McBride’da bu soruya bir cevabı olsun diye o yolculuğa çıkıyor. Aslına bakarsanız filmin de baba McBride’ın motivasyonu bu. Clifford McBride biraz daha sonsuzluğa ulaşma peşinde. Özünde de Clifford McBride’ın “Evrende yalnız mıyız?” sorusunu nasıl kabullendiğiyle alakalı. Bu sebeple Clifford’un yolculuğu biraz daha mistisizm kokuyor. Soruya cevabının içten içe “Tanrı’yı buldum.” olmasını diliyor. Bu gerçekleşmeyince tanrıcılık oynamayı yeğliyor. Uzun yıllar bir uzay aracında yalnız kalarak önümüze sunulan Tanrı kavramıyla özdeşleşiyor. Güneş sisteminin düzenini kurduğu o aletle bozmasını bir sebebe bağlanmamasından ötürü de kurduğu Tanrı kavramını pekiştiriyor.


Aile her şey midir?

Roy McBride’ın çıktığı bu yolculuk filmin sonunun bağlandığı yere göre değerlendirirsek bir nevi kendine yolculuk görevi de taşıyor. Uzayda kaldığı anlarda kendiyle, kararlarıyla, yaptıklarıyla yüzleşiyor. Roy’un babasından aldığı özellikler Roy’un hayatını etkiliyor. Roy babası gibi işine sadık. Görev bilinci yüksek. Duygularının işinin önüne geçmesine izin vermiyor. Duygularına hep ket vuruyor. İşi dışında da işini düşünüyor. Eşinin “Yanımdayken bile seni arıyorum.” sözleri Roy’un ruh durumunu gözler önüne seriyor. Babasının aile ile aldığı kararların hepsini o da farkına varmadan almış oluyor. Sanki kaybedecek bir şeyi olmamasını istiyor. Bitiş çizgisine yakın babasına göre daha mekanik bir duruş sergiliyor. İçselleştirdiği ve bir rol model olarak gördüğü babasının gerçekte kim olduğunu öğrenmesi ve babasının tercihlerinin yanlış olduğunu inanması onda bir şeylerin uyanmasına sebep oluyor. Bu uyanıştan çıkarılabilecek bir nihai karar olarak “Evrene/işine kendini kaptırmaktan burnumun ucunu görmüyorum.” savına tutunuyor.

Hollywood’da oynadığı birçok filmle kendini ispatlayan ama otoritelerce henüz hakkı teslim edilmeyen bir isim Brad Pitt. Dış görünüşünün gölgesinde kalan muhteşem performanslarına Ad Astra bir yenisini ekliyor. Bir nevi solo bir performans. Bütün filmin duygusunu ve canlandırdığı karakter Roy’un karakter özelliklerini seyirciye en doğru şekilde aktarıyor.

Uzay bilinmeyenlerle dolu büyülü bir kavram. Sonsuzluk ve bilinmeyenin bu kadar çok olduğu bir temayı bir filme adapte etmekte oldukça titizlik isteyen bir durum. O hissiyatı seyirciye veremediğiniz zaman film ne kadar diğer unsurlarıyla güçlü olursa olsun bir şeyler hep eksik kalacağına inanıyorum. Ön planda bir baba oğul ilişkisine tanık olsak da atmosferin izleyiciye sunuluşunda görüntü yönetmeni Hoyte Van Hoytema’nın katkısını çok. Sinemanın getirdiği teknolojilerin katkısı yadsınamaz ama bunu en üst gerçekçilik seviyesinde bize yansıtılması hayranlık uyarıcı. Sinematografisinde Interstellar gibi bir film olan birisine yönetmen James Gray sırtını yaslamış ve filmini çekmiş. Ad Astra son virajda risk almayıp biraz temkinli ve kısmen garanti bir son vermiş. O konuda biraz daha cesur davransa ve izleyicilerin ufkunu açacak şeyler yapsa daha izleyici dostu bir film olabilir. Ama bu haliyle bile bilim kurgu sevenleri tatmin etmeye yetiyor.

Puanlama

7.5

7.5
Kullanıcı Oyu: ( 0 oy ) 0

Yorum(1)

Bir Cevap Yazın