Ana Sayfa Eleştiriler The Tree of Life (2011): Spinoza ve Ötekiler

The Tree of Life (2011): Spinoza ve Ötekiler

The Tree of Life (2011): Spinoza ve Ötekiler 10.0
0

The Tree of Life, 1956 yılında Teksas’ta yaşayan bir aileyi merkezine alıyor gibi dursa da Teksaslı bir aile üzerinden aslında hayatın kendisini odak noktası haline getiriyor. Sinemanın insan ve insan doğası üzerine düşkünlüğü alışılageldik bir durum olabilir ama yaşamın üzerine yapılan güçlü filmler bulmak her zaman rastlanılan bir şey değil. Hele ki saf dini kaygılarla yola çıkılmadan bir düşünce ve hissiyat dengesi kurmak oldukça zor olmalı. İnsani açıdan ve insani olmayan açıdan yaşamın manasını aramak ne demektir? Canlı cansız tüm bu birlikteliğin amacı nedir? Cevaplar uğruna yapılan şeyler cevaplardan daha kritik bir öneme sahip olabilir mi? Yaşamın kendisi belki de aranılan cevaplardan fazlasıdır. The Tree of Life filmi boyunca gösterilen dikotomiler üzerinden çok sevdiğim yaşam filozofu Spinoza eşliğinde bazı cevaplar bulma gayretindeyim. Hayatın ağacına bu sefer karşıdan değil, tepeden bakmaya çalışalım.

Ayrıca İlginizi Çekebilir: A Hidden Life (2019): Tanrım Bizi Neden Terk Ettin?

O’Brien ailesi Teksas’ın orta sınıfına mensup geleneklerine bağlı muhafazakâr bir yaşam sürmekte. Baba O’Brien (Brad Pitt) disiplinli, Amerika’nın hayallerini satmak isteyeceği çalışkanlığa ve nizama sahip birisi. Sevgisini göstermekten çekindiği gibi mutlak saygının arayışı içinde çocuklarını terbiye ediyor. Anne O’Brien (Jessica Chastain) çocuklara baba tarafından dayatılan katı kuralları biraz olsun esnetmenin ve onlara çocukluklarını yaşatmanın derdinde. Filmin ilk dikotomisi anne ve babanın hayata bakışında şekilleniyor. Filmin başlangıcında dile gelen rahibelik öğretisini hatırlayın:

‘‘Hayatta iki yol vardır: Doğanın yolu (Nature) ve inayet yolu (Grace). İnayet istediği gibi davranmaya çalışmaz. Unutulmayı ve sevilmemeyi kabullenir. Hor görülmeye ve yaralanmaya razı gelir. Doğa ise istediği gibi hareket eder. Diğerlerine de istediğini yaptırır. Onlar üzerinde hakimiyet kurmayı sever. İnayet yolunu seçenlerin sonu kötü olmaz diye öğretirler.’’

the tree of life

Bu dikotomi 15.yy. Alman ilahiyatçısı Thomas Kempis’in doğa ve zarafet arasında getirdiği ayrıma oldukça benzemektedir:

‘‘Doğa ölmek, bastırılmak ya da üstesinden gelinmek istemez. Kimseye boyun eğmez ya da tabi kılınmaz. Zarafet, tam tersine benliğin ölümlü olması için çabalar. Duygusallığa direnir, boyun eğmek ister. Fethedilmeyi arzular, kendi özgürlüğünü kullanmak istemez. Disiplin altında tutulmayı sever ve kimseye hükmetmeyi arzulamaz. Bunun yerine kendisinin her insana alçakgönüllülükle boyun eğmesini zarif bulan ve bekleyen Tanrı’sının altında olmayı diler.’’

İlk günah da aslında bir nevi doğanın cazibesinden kaynaklanmaktadır. Doğanın kendisi dinler için ahlaksızlığın, yozlaşmışlığın ve zayıflığın sembolünü oluşturur. Kendi haline bırakılmayı seven şeyler kötülüğe olan eğilimleriyle tanınır. Çünkü amacı genişlemek, büyümek ve yaşamaya devam etmek olanın sahip olduğu kötülüğün ahlaksal bir değeri doğal olanda yoktur. Dolayısıyla Thomas Kempis ve neşeli karakterine rağmen anne O’Brien gibi kişiler için doğa kusurludur. İnsan onu zarafet yoluyla aşar. Çilecilik anlayışının çıkış noktasını şimdi anlamak daha kolay hale gelir. Dinin aşıladığı bu yol, materyal dünyadan uzaklaşmayı ve yaşam sonrası yaşama olan inancı aşılar. Dinlerin test ettiği şey, kusurlarıyla başlangıç yapan insanın kendisini bir ömür boyunca dönüşüme tabi tutup tutamayacağıdır.  Baba O’Brien ise rekabetçi dünyanın gerekliliklerini bilen makyavelist bir kişiliğe sahiptir. Doğa gibi önüne çıkan şeyin ne olduğuna bakmaksızın kendisi ve ailesi için iyi olana odaklanır. ‘‘Kendi kaderini kendin kontrol edersin.’’ repliği karakterinin bir özeti gibidir. Sevgi dolu hali, şefkati ve diğerini kendinden önce düşünme gibi özellikleriyle anne O’Brien’ın zıddı bir temelde karakter gelişimini yaşar. Bu görüşe ek olarak Jack’in bir sahnede ‘‘Anne, baba. Her zaman içimde kavga ediyorsunuz ve etmeye devam edeceksiniz.’’ lafını hatırlatmakta fayda var. Terrence Malick adeta baba üzerinden somutlaştırdığı doğayı kötüleyip inayeti cisimleştirdiği anneyi ise övme amacı gütmektedir. Ancak karakter gelişimlerinin filmin ilerleyen dakikalarında geçirdiği dönüşüm bunun böyle olmadığını gösteriyor.

the tree of life inceleme

Anne ve babanın geçirdiği dönüşüm için 2 olaya dikkatimiz çekiliyor. İlki, filmin başında gördüğümüz üzere evlatlarını kaybettiklerini öğrendikleri an. İnayete veya zarafete inanan anne O’Brien, oğlunun ölümünü kabullenmekte zorlanıyor. Bu durum inancıyla çelişen bir rahatsızlık yaratıyor kendisinde. Çünkü öğrendiği iki hayat yolundan kusurlu olan doğanın aksine inancı tercih etmişti. Tanrı’nın (Hristiyanlık inancındaki Tanrı) yolundayken yaşadığı bu ızdırap onu inandığı her şeyi sorgulamaya itiyor ve kusurlu doğa konsepti bu noktada farklı bir yere evriliyor: Doğa’yı Leviathan gibi bir canavar olarak görmekten ziyade Tanrı ile bütünleştiren bir yaklaşıma… Hatırlarsanız filmin bir noktasında, evrenin başlangıcından dinozorların yaşadığı döneme; oradan tekrar 1950’ler Amerika’sından günümüze kadar uzun bir yolculuk yapmıştık. Bu evrensel portrenin en dikkat çekici detayı her şeyin deterministik bir sürecin parçası olduğu izlenimidir. Evren olması gerektiği için olur ve adeta Spinoza’nın Tanrısı şeklindeki Evren/Doğa birlikteliğinin bir sembolü olarak var olmaya devam eder. Bu Hristiyanlığın aksine içkin bir Tanrı’nın varlığını kabul etmektir. Aşkınlığın Tanrı anlayışı, insanı evrenin merkezine koyar. Yaşamın çekirdeği insan olunca maneviyatın gücüne olan inançtaki en ufak sarsıntı ereksel sorgulamalara sebebiyet verir. Tam da olması gerektiği gibi yaşıyorsam bu acı neden?

Bu sorgulama etik ve ahlak arasındaki önemli farkı ortaya çıkarır. Ahlak zaten olmuş olandır. Sorgulama istemez, itaat ve toplumsal düzen ister. Etik ise nasıl yaşamamız gerektiğiyle ilgili düşünmektir. Özgür irade deterministik görüşün zıddında yer alırken liberal hayatın kilit noktasıdır. Sorumluluk bilinci zaten var olan ahlak kurallarını uymayı gerektirir. Bu gerekliliğe olan inanç bizleri diğerlerinden farklı ve özel kılan şeydir. En azından böyle inanırız ve bunun sonucunda da özgür iradesiyle karar verenler olarak yaptıklarımızın bedelini öderiz. Cezanın doğuşu buradan kaynaklanır. Birine ceza vermek için özgür iradenin kabulü gerekir. Zihinsel engellilerin veya çocukların ceza ehliyetine sahip olamaması da bu nedenledir. Peki gerçekten her kararımız saf kendi irademizden mi kaynaklıdır? Spinoza’yı aydınlanmacı düşünürlerden ayıran radikal tarafı bu soruya verdiği cevapta yatmaktadır.

the tree of life eleştiri

17. yüzyıldaki ‘‘ruh mu? beden mi?’’ sorgulamalarına Spinoza farklı bir yönden bakmayı tercih etti. ‘‘Birinden birini seçmekte özgür değiliz.’’ diyen Spinoza, aralarında bir güç savaşı olduğundan bahseder. Bazen fiziksel ihtiyaçlar zihne hükmeder, bazen de tam tersi… Aynı zamanda fiziksel ve zihinsel olarak sürekli belirleniriz. Biri beni ittiğinde nasıl düşüyorsam etkileyici bir fikri de hemen sahiplenebilirim. Adeta hayat tarzımı değiştirecek ve hep öyle düşünüyormuşum gibi hissettirecek bir biçimde… Bu durum, belirlenen öznenin bilinçdışı eylemlerini anlamlandırmak için psikanalizin doğuşuna bir nevi zemin hazırlar.

Diğer yandan evrendeki tüm canlı ve cansız varlıklar birbirlerini belirlemektedir. Bunun yanında, doğada ahlaki anlamda iyi ve kötü yoktur. Sevinç veren şeyler ve keder veren şeyler vardır. Her canlının yegâne amacı sevincini mutlak saadete ulaşana kadar artırmak ve kederden kaçınmaktır. Filmde bir dinozorun diğerini ezdiği sahneyi düşünelim. Burada iyiliğe ya da kötülüğe dair bir izlenim yoktur. Oldukça soğuk ve gerçekçi bir sahnedir. Zamanı aşan yapısıyla insana kendisinden milyonlarca yıl önce olan şeyin sürekliliğinden bahseder. Güç ilişkileri sevinç ve kederin savaşını vermektir. Güçlü olan gücünü artırmak için elinden geleni yapar. Şimdi, filmdeki ikinci karakter dönüşümüne değinelim. Baba O’Brien çelişkilerle dolu bir karakterdir. O, doğanın bir temsili olarak gücü elinde bulundurarak her şeyi yapabileceğini düşünür ve yapmak ister. Çok çalışır ki fabrikada yükselebilsin. Ancak bir gün kovulduğunda, her şeyi düzgün yapmasına rağmen hayatındaki bu sarsıntıya bir cevap bulamaz. Her şeyin kendi elinde olmadığını gören birisi olarak anlam arayışını dine yönelerek yapar. Çocukları öldüğünde sorgulama krizindeki iki karakterin tepkileri farklılaşır. İnayet yolundaki anne O’Brien’ın anlam verdiği her şey bulanıklaşırken baba O’Brien ilahi olanın anlaşılmazlığını kabul eden cinste bir sakinlikle tepki verir.

tree of life

Günümüzde Jack geçmişinin izlerinden kurtulamamaktadır. Aynı zamanda hayatın anlamını sorgulamaktadır. Final sahnesi adeta öteki dünyadan izler taşır. Hayatına girmiş ve iz bırakmış herkes oradadır. Ancak bu sahnenin dahi dünyada geçmesi ve böyle hissettirilmesi tesadüf değil bana göre. Tanrı ve doğanın birlikteliği bir kez daha vurgulanmış olur. Finalle beraber iki küslük son bulur. İlki Jack’in babasına olan nefretinden gelmekteydi. Babasıyla olan zıt dünya görüşleri, onun çocukluğundaki yaşamına sirayet etmiştir. Buna rağmen Jack, belirlenim ve monistik evrenin birer parçası olarak onu bağışlar. Anne O’Brien ise zarafetin bir temsilcisi olmasına rağmen çocuğunu elinden alan Tanrı’sına küsmüştü. Güneşin üzerine parladığı o güzel sekansta anne O’Brien ‘‘Onu sana veriyorum, oğlumu sana veriyorum.’’ der. Bir boyun eğmeden çok, hakikati anlayarak kendisini serbest bırakır ve doğayı kucaklar. Bu, paradoksal bir şekilde ona özgürlük sağlar ve Doğa’nın determinizmini kabullenmenin getirdiği bir özgürlük hissidir.

Film boyunca su ve ateş görüntüleri sürekli karşımıza çıkar. Böylelikle, doğanın yapıcı ve yıkıcı etkisinin bütünselliği vurgulanır. Su hem arınma ve yeniden doğuşun sembolüdür. Fakat aynı zamanda Jack’in kardeşini boğarak öldürür. Ateş keza yaratılış esnasında dünyalar doğurur ama birinin evini de yok edebilir. The Tree of Life, hayatı Spinozacı bir tavırla kucaklamaktadır. Evrenin kısa bir kesiti gibi hissettiren film, aynı zamanda Amerikalı bir aile üzerinden hayatın ne kadar küçük bir parçası olduğumuzu gösterir. Doğayı ve gücünü lanetlemek doğurganlığından eksiltme yaratmayacaktır. Eğer onun tüm ihtişamını kavrayabilirsek işte o zaman biraz olsun saadete kavuşabiliriz. Hepimiz belgeselde aslanın ceylanı yakaladığı sahnede ceylan için üzülürüz. Bazen aslan için de sevinebilmeyi öğrenmek gerekir. Hayat bu güç ilişkilerinden ibarettir. İnsan için belki daha karmaşık bir yapıda olsa bile… Belki boynumuzdan bir aslanın bizi yakalamasının ihtimali düşüktür. Ancak bir havuz sonumuzu getirebiliriz. Gücümüzün yetmediği noktada hayat her zaman yaptığı şeyi yapar. Yettiği ölçüde ise hayatın parlayan bir parçası olarak hayat ağacına tırmanırız. En tepeye tırmanmayı hepimiz amaçlarız. Fakat, bize asıl sevinç yaşatan şey tırmanırken hissettiklerimiz ve yaşadığımız deneyimlerdir.

Kaynakça

Thomas Kempis, The Imitation of Christ

Spinoza, Ethica

Tulin Bumin, Tartışılan Modernlik: Descartes ve Spinoza

Çetin Balanuye, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?: Reddedilemeyecek Bir Felsefi Teklif

Vernon W. Cisney, All the World Is Shining, and Love Is Smiling through All Things: The Collapse of the “Two Ways” in ‘The Tree of Life’

Puanlama

10.0

10.0
Kullanıcı Oyu: ( 0 oy ) 0

Bir Cevap Yazın