I vitelloni (1953): Hali Yerinde Aklı Havada Olan Beş Adamın Şık Aylaklığı
‘O kariyerimde bir dönüm noktasıydı. Daha sonra yaptığım her şeyi o beklenmedik başarıya borçluyum’ (Chandler, 1995; 131). Federico Fellini, beklenmedik başarı olarak nitelediği filmi ‘Aylaklar’ı (I Vitelloni) 1953 yılında çekmiştir. Film ‘Yeni İtalyan Gerçekçiliği’ dalgasının hızla yayıldığı zamanlarda çekildiği için zamanının kimi film eleştirmenleri düşünürler tarafından ‘fazla duygusal’ bulunmuş kimi solcu eleştirmenler tarafından da ‘apolitik’ bulunmuş ve olumsuz eleştiriler de almıştır. Fakat değişen düşün dünyası etkisi ile sinema tarihinde epey önemli bir yere demir atmıştır ‘Aylaklar’.
Film, zamane insanlarının oldukça şık giyindikleri, hayatlarının naif ve zarif duruşlarını kıyafetlerine yansıttıkları dönemlerden birinde geçiyor. Giyim kuşamın klasik ve şık duruşunda, bir de bu işin evvelden hâkimi olan İtalyanlar olunca, film tüm siyah beyaz narinliği içerisinde adeta İtalyan şıklığı ile konusunu pekiştiriyor. Ve biz seyirciler, filmde en kaba haliyle şunu görebiliyoruz; aylak bile olsa o dönemin genç adamları, genç kadınları ve yaşlıları, sosyal statü ayırt edilmeksizin tüm zarafetleri ile filmin ve zamanın dokusunda bütünleşiyorlar.
Sıradan bir İtalyan kasabasındaki, beş aylak gencin, her günleri aynı durağanlıkta geçtiği için bir diğerinden farksız ve oldukça sakin olan yaşamlarını konu alıyor. Bu beş aylak karakter, birbirinden epey farklıdırlar. Üstelik aylaklıklarından da hiç şikayetçi değillerdir. Hayat gaileleri yoktur. Yaşamlarının düzensizliğinden bahsederler ama kıllarını da kıpırdatmazlar. Aralarından biri dışında.
Bu aylak grubun lideri Fausto’dur. Fausto, Goethe’nin Dr. Faust’unu da zaman zaman hatırlatan bir karakterdir. Kendiliğinin ve karizmatik oluşunun oldukça farkında olan Fausto son derece çapkın biridir. Sorumluluk sahibi olamayacak kadar bencildir de. Tüm bu sorumsuzluğuna rağmen kaldıramayacağı evlilik gibi yüklerin de altına girmek zorunda kalır. Fakat onu da ne derece başarıyla götürüyordur, tartışılır. Fausto, gençliğinin ve çapkınlığının verdiği o heyecan ile yakın arkadaşı Moraldo’nun güzeller güzeli kız kardeşi Sandra ile oldukça yakınlık yaşar ve bu yakınlık sonucu baba olacağını anlar. Sandra, kasabanın tescilli en güzel kızıdır. Ailesi, kasabanın varlıklı ailelerinden biridir. Deliler gibi aşık olduğu Fausto ile evlenirler. Fakat, Fausto baba olacağı halde bile evliliği ve bir kadına karşı yüklü olduğu sorumluluğu pek kaldıramaz ta ki bir gün Sandra’yı kaybedeceğini anlayana kadar. Tabii bu ne kadar ikna edici bir akıllanıştır, Fausto için bilemiyoruz. Çünkü o, Goethe’nin Faust’u gibi farkındadır, kendi karizmasının, erkekliğinin ve çapkınlığın verdiği o hazzın. Fakat bu durumu kontrol edebilecek kadar akıllı değildir.
Bu aylak grubun; aşırı neşeli, vurdumduymaz gibi gözüken şen şakrak karakteri ise Alberto’dur. Annesinin göz bebeğidir. Sürekli ‘hepimiz hiçiz, hiçiz biz’ diye veryansın etse dahi yaşamının durağanlığını değiştirmek adına hiçbir şey yapmaz. Herhangi bir işe bile girip çalışmaz. Sadece ablasının gelirinden faydalanarak hayatını ve bilardolu gecelerini ve geleneksel İtalyan karnavallarını sürdürüp gider. Fakat şunu da hep söyler; ‘hiçiz biz, birer hiçiz bu kasabada’. Farkında olup da hiçbir şey yapmaması da belki kimi modern insanın şikâyet edip ‘modern tembelliğe’ düştüğünün de göstergesidir.
Diğer sanatçı kişilikli karakterimiz ise Ricardo’dur. Sesinin güzelliğini, renkli İtalyan akşamlarında kullanan, bir gün büyük bir ses sanatçısı olacağını söyleyip duran fakat bunun için de ne bir yerde çalışmaya giden ne de bu konu üzerine eğitim almak için adım atan biridir. Gece yarısı İtalyan kasabasının sokaklarında sarhoş olup şarkılar söyler bu beş aylak hep beraber. Ricardo ise, sesinin varlığının güzelliğinden emindir fakat kendisini bir türlü bulamamaktadır.
Grubun sanatçı kişiliklerinden diğeri ise Leopoldo’dur. Entel karakterimiz oyun yazarlığı yeteneğini küçücük dairesinde yaşamaya çalışmaktadır. Sürekli bu kasabada sıkıştığını ve Roma’ya kendi şiirlerinin, senaryolarının değer göreceği yere gitmektir arzusu. Küçücük penceresinden, komşu olduğu dairenin neşeli hizmetçisine okumaktadır yazdıklarını. Kendisini ve yazar kişiliğini var etmeye çalışan Leopoldo, filmin sonlarına doğru kendisinin değerini anlayacak olan bir tiyatro oyuncusu ile tanışır. Gitmek o da istemektedir de gidebilmek için kaleminden ziyade cesareti de var mıdır? Filmde görebildiğimiz kadarıyla pek yoktur. Kimi sanatçı ruhlu kişiliklerin, içlerinde ve bulundukları yerde sıkışıp kalmalarının güzel bir örneğidir entelektüel Leopoldo.
Son olarak da grubun, aylak olan ama bir o kadar da ‘dünyada narin adımlara sahip’ olan var oluş sancısını sarsıcı şekilde ama sessizce yaşayan Moraldo’dur. Fellini bu karakter için; ‘az çok kendimle özdeşleştirdiğim karakter’ diyerek kendinden diğer dört aylağa parça parça serpiştirdiği özelliklerin birini, burada kendisi de direkt ifade etmektedir (Chandler, 200: 1995). Moraldo, aynı, Camus’nün Meursault’sundan, Atılgan’ın C’sinden ya da Kafka’nın Bay K’sından aşina olduğumuz gibi uzun paltosunun ve puslu bakışları altında varoluş sancısı çekmektedir. Gözlem yapıp hep izlemektedir herkesi ve her şeyi. Sabahlara kadar aylak arkadaşları ile içer, gezer, tozar fakat onlardan farklı olarak her şeyin daha fazla farkındadır. Evinin önünde oturup, yoldan geçen istasyon çalışanı küçük çocuk ile gökyüzü ve yıldızlar üzerine sohbet eder. İnsanın başını ayaklarından göğe kaldırıp, kendi evreninin dışında olan şeyleri merak edip konuşması, gerçekten hem meraklı olduğunu hem de çok sıkıldığını göstermez mi? Bu zannımca oldukça belirgindir. Üstelik arkadaşları ile yapamadığı bir sohbettir bu. İnsan, kasabasından değil de belki de sevdiği insanlardan en çok sıkılmaktadır. Sadece bunu kolayca ifade edememektedir. Beş aylağın arasında en çok gitmek gerektiğini bilen de ve bunun için cesaret eden de ta ki film sonuna kadar bizi bekleten de kendisidir. Moraldo, o kadar sessizce ve o kadar büyük kararlılıkla yola çıkar ve gider ki, kamera tren penceresinden bakarken, diğer dört aylağın yatak odalarına döndüğünde sanki oradan aylak dostlarını görebiliyormuş ve bize de gösteriyormuş gibi olur. Üstelik bu son bakış yatak odalarınadır. Hani insanın en rahat, en savunmasız fakat en gerçek hâllerinin olduğu yere…
İtalya’nın şık ama bir o kadar da sıkılgan serserileri, yaşamlarını değiştirmeleri gerektiğinin farkında olsalar da her konuştukları gibi Roma’ya asla gidemezler. Elbette biri hariç. Filmde, küçük kasabadan, yani bulundukları ve sıkıştıkları yerden gitmeyi, gidebilmeyi özellikle Roma’ya gidebilmeyi söylemeleri de Roma’nın tarihsel boyutta tüm sanat akımlarına yansıttığı o etkileyici dönüştürme özelliğinden olabilir. Belki de Sezar’ın ‘her yol Roma’ya çıkar’a da biraz olsun (zorlama bile olsa) tatlı bir gönderme olabilir.
Filmin, sakince akışı, insana siyah beyazın verdiği o net görüşü de verebilmektedir. Sonuçta, aylak dediğimiz gençlerin yaşamı böyle sıradan, bazen aşırı eğlenceli bazen aşırı efkârlı geçmektedir. Bazen deniz kenarında sadece denizi izlemeli bazen de karnavalda sabahlara kadar eğlenmeli fakat genel olarak hep ‘aynı’ geçmektedir. Gerçek hayatta da bu böyledir. Böyle sakin ve sıradandır aylaklığın ve aylakların günleri. Filmin etkileyici yönü de en çok budur kanımca. Hem sıradan olanı, perde de sıradana en yakın şekilde aktarmak hakikatli sanat örneği değil midir?
Fellini için bu film, kendi sinemasını ayağa kaldıran filmdir. Hatta der ki; ‘I vitelloni, Venedik’te Gümüş Aslan’ı aldı da kariyerime devam edebildim’ (Chandler, 1995: 132). Bu sebeple I Vitelloni üzerine sorulan sorular, Fellini’yi ve sinemasını anlamamız açısından oldukça faydalıdır. Sizi hâlâ bu filmle bağlayan görüntü nedir, diye sorulduğunda Fellini uzunca bir yanıt verir ve fakat bu yanıtın ilk cümlesi oldukça etkileyici sekansın da anlatımıdır aynı zamanda;
‘Denize uzanmış iskelede, arkadan görülen Aylaklar. Gri bir deniz, kış ortası, bank, yoğun, bulutlu bir havada, rüzgârın, uçurup götürmesini engellemek için şapkasını tutan kardeşim Moraldo’nun yüzünde dalgalanan Trieste’nin küçük eşarbı, çatlayan, dağılan dalgaların gürültüsü, martıların sesleri, adeta simgesel bir görüntü.’ (Grazzini, 1989: 63).
Bu ifadeler, filmin art arda olmasa da akan sekanslarında sürekli halde gözükmektedir. Çünkü bildiğimiz üzere, her sanatta olduğu ve gerçek hayatta da olduğu gibi deniz; insanın var oluşunu ya tamamlar ya da daha çok yaralar.
İtalya’nın şık serserilerini izlemek hem o dönemi izleyebilmek adına hem Fellini sinemasına adım atabilmek açısından oldukça önemlidir. Fellini, aslında bu beş karakterin hepsidir de, fakat kendisinin ifade ettiği gibi sadece Moraldo’dur da. I vitelloni üzerine karalamamızın sonunda, bu konudaki yorumu direkt kendisinin ağzından duymak daha sağlıklı ve manidar olacaktır;
‘Yeni yetmeyken ben de arkadaşlarımla durup kadınlara bakardım ve hangisinin sutyen kullanıp hangisinin kullanmadığı üzerine fikir yürütürdük. Akşamüstleri kadınlar işten çıkıp bisikletlerini almaya geldiğinde bisiklet parkında nöbet tutardık. En iyi görüş açısı bisikletlerine binerken arkadan bakıncaydı.’
Rimini’den ayrıldığımda daha on yedi yaşındaydım. Bu genç adamlara, I vitelloni’de portrelerini çizdiğim, köşe başlarında dikilen bu “kalp hırsızları”na ben dahil değildim ama onları uzaktan izlerdim. Benden daha büyüktüler, bu yüzden pek ortak yanımız yoktu. Fakat bu filmde onlar ve yaşamları hakkında bildiklerimi ya da hayal ettiklerimi anlatıyorum. Rimini’de yaşam genç bir erkek için en küçük kültürel uyarıdan yoksun, uyuşuk, taşraya özgü, donuk ve can sıkıcı geçerdi. Her akşam bir öncekinin aynıydı’ (Chandler, 1995: 131).
I Vitelloni; Fellini’nin aylak adamlarını izlemek, Fellini’de farklı Fellini’leri görebilmek, onun sinemasını ve kamera tutuşunu anlamak açısından oldukça önemlidir.
KAYNAKÇA
‘Ben Fellini’ Charlotte Chandler – 1995 Afa Yay.
‘Federico Fellini’ Giovanni Grazzini – 2006 Agora Yay.
Zaman zaman bana eski Türk filimlerini, eski Türkiye’yi, çocukluğumu hatırlatan bir film oldu. Öyle ki bazı jestler, mimikler birebir eski Yeşilçam filmlerinde de var. Eski dünyanın artık geçmişte kaldığını hatırlatan şeylerden biri de karakterlerin masumluğu. Bugün, o zamanlar çocukluk diyebileceğimiz pek çok şeyi bugün bir güvenlik çemberinin içinden değerlendirip kalıcı olarak etiketliyoruz, ki biz bugün o sahneleri izlerken “peki ama” diyerek, irkilerek izliyoruz, bambaşka zamanlara ait olduklarını fark ederek. Çocukluğa, masumluğa, dostluğa bu çarçabuk dönüşlerden artık eser kalmadı.