Rohmer’in Komedileri ve Yeşil Işın
Fransa’nın, Fransız insanının ruhunu yakalayabilen nadir yönetmenlerden olan Éric Rohmer, Fransız Yeni Dalgası akımını başlatan yönetmenlerden biri olsa da Truffaut ve Godard kadar ün yapamamıştır ve bu isimlerden sonra anılır. Kendilerinden önceki sinemayı yıkmak için önce kalemle sonrasında ise ellerine aldıkları kamerayla saldıran Cahiers du Cinéma dergisi ekibi, ürettikleri anti-sinema (counter cinema) ile kurgu, anlatıcı, kamera gibi sinemanın temel unsurlarını alışıldık biçimlerin ötesine taşımışlardır. Rohmer’in akımla ortak noktası ilgilendiği temalar (olguların bireylere indirgenmesi) , ayrıldığı nokta ise tonlama farkı ve yabancılaştırma efektini kullanmamasıdır.
Tekrarlarla dolu sinemasında, filmleri tek tek değil, bütününe bakılarak incelenmesi gereken, tek filmini izleyerek lezzet alamayacağınız “zor” yönetmenlerden biridir Rohmer. Fakat bir kere akışına kapıldığınızda hep daha fazlasını isteyeceğiniz özel sinemacılardan biridir de aynı zamanda. Çoğunlukla yaz tatillerini, Fransız sahil kasabalarını, plajları, Paris’in hoş parklarını, kafelerini mesken tutan Rohmer, modern Avrupa insanının yaşamı algılama ve yorumlaması hakkında çok şey söyleyen, bunu sade, gösterişsiz bir sinema diliyle yapan bir yönetmendir.
Kariyerinin henüz başında 6 filmlik bir seriye girişen Rohmer, kadın erkek ilişkileri, tercihlerimiz, kararsızlıklarımız üzerine düşünmeye iten filmlerine “Altı Ahlak Öyküsü” (Six contes moraux) ismini verir. İlk bakışta ahlakçı görünebilecek bu seri, esasında, şeylerden ne kadar kolay vazgeçebileceğimiz, ilişkilerimizin ─özellikle de evliliklerin─ ne kadar kırılgan oldukları hakkındadır. Fakat serinin son filmi Love in the Afternoon (1972) evliliğin kutsanması ile sonlanır. Kendilerini başka bir kadınla, taze bir ilişkinin ortasında bulan kararsız erkekler, güvenli evliliklerine (veya ilişkilerine) geri dönerler. Bu erkeklere ve dolayısıyla kurtardıkları evliliklerine karşı bir rahatlama duygusu hissetmemiz gerekirken tam tersi bir şekilde, ellerine geçen bu şansı değerlendiremedikleri için pişmanlık hatta kızgınlık duyarız. İnsan doğasının günahkâr ve ahlaksız yönü üzerine ilginç tespitlerdir bunlar. Zamanında yanlış anlaşılmış ve bazı olumsuz eleştiriler almış olsa gerek Rohmer, kariyerine farklı bir yön verir ve etiği değil ironiyi filmlerinin merkezine koyar.
La Femme de l’Aviateur (Pilotun Karısı, 1981) filmi ile yine 6 filmlik bir seriye başlayan yönetmen, “Komediler ve Özlü Sözler” (Comédies et proverbes) ismini verdiği bu filmlerde yine kadın erkek ilişkilerinden yola çıkarak aşkın doğası üzerine kafa yorar. Önceki seriden farklı olarak erkek baş karakterlerin yerini bu kez kararsız ve yalnız kadınlar alır. Rohmer’de varoluş, aşkla mümkün olabilir. Karakterler bir çıkmaza düştüklerinde gerçek aşkın hangisi olduğu sorgulanır: hayalimizdeki persona mı, cinsel çekim mi, yoksa bağlılık/sadakat mi? Çok konuşan entelektüel karakterleri genellikle radikal seçimlerin eşiğinde pasif kalırlar, seçim yapamazlar veya önlerine çıkan fırsatları kaçırırlar. Romantik sayılan filmlerini realist yapan bu eylemler veya eylemsizliklerdir. Ve filmlerinin sonunda ne karakterleri ne de biz seyirciler uygun, mantıklı bir çıkarım yapamayız. Tıpkı hayat gibi! Bu çok yetkin gözlem yeteneği Rohmer’i bir sinemacı, bir ‘auteur’dense bir psikolog, sosyolog olmasa da insan sarrafı olarak görmemizi gerektirir belki de. Yakaladığı güzel karelerle hatırlansa da filmlerinin yarattığı etki bakımından belki de bir öykücü (hiçbir filmi roman genişliğinde değildir) olarak anılmalıdır. Edebiyatı çok sevmesi, filmlerinde sık sık verdiği referanslar bunun ispatıdır.
Mevzubahis serinin 5. filmi Yeşil Işın‘ın Venedik Film Festivali’nde aldığı Altın Aslan ödülü de düşünüldüğünde, Rohmer sinemasının zirvesi olduğu söylenebilir. Le rayon vert filminde edebiyatın bir türü olan günlük yöntemini kullanır. Bölümler öncesi gün ve ay belirtilir. 2 Temmuz’da başlayan hikâye, 4 Ağustos’ta sonlanır. Bu 1 aylık süreçte ana karakter Delphine’i takip ederiz. Sevgilisinden ayrılan Delphine, yazlık iznini kiminle, nerede, nasıl geçireceğini bilemez, kararsız kalır. Arkadaşlarıyla muhabbetlerinde onu tanımaya, anlamaya çalışırız. Erkeklerle iletişim kurma konusunda utangaç/pasif olan Delphine aynı zamanda vejeteryandır. Sinemada nadir gördüğümüz bu temsil, ilgi çekicidir ve seyirciyi düşünmeye iter. Arkadaşıyla gittiği bir yazlıkta, yemek masasında “Vücudunuz siz ne yiyorsanız, odur” der Delphine. Yine bir başka yemekte, bir başka karakter Delphine için “Sen bir bitkisin!” der. Devamında bir sekansta, Delphine’i plaj dönüşü takip ederiz; rüzgarlı bir havada ağaç dallarını, yapraklarını salınırken izleriz. Tıpkı bu bitkiler gibi Delphine de oradan oraya savrulur. Kendi hayatını kontrol edecek gücü yoktur. Varolmanın zorluğunu yansıtır bir yandan, Delphine. Hayat düşünmeden yaşanabilir belki ama Delphine ve diğer Rohmer karakterleri gibi ‘öteki’ler için her an bir karar, tercih anıdır. Bir başka sahnede, arkadaşının dağ evinde kalmak için anahtarları almaya gelen Delphine vazgeçer, 1 saat bile kalmadan orayı terk eder. Bu kararsız hâlleri anlayıp Delphine ile bağ kuramayan seyirci için film, sinir bozucu bir deneyime dönüşebilir.
Fransa’nın güneybatısında yer alan Biarritz kenti, Delphine’in son tatil durağı olur ve tek başına tatil yapmak üzere arkadaşının evine yerleşir. Delphine’in plajda İsveçli Lena karakteri ile tanışması filmin türünü komediye çevirir. Delphine’in tam tersi özelliklere sahip Lena rahat tavırlarıyla dikkat çeker. Onun için hayat bir oyundur, rol yapmak çok kolaydır ve karşılarına çıkan 2 erkek üzerinde hemen bir deneye girişir. Bu saçma ortamdan ve muhabbetten rahatsız olan Delphine kaçarak ortamı terk eder. Karakter kararlılığını, karakterin varoluşuyla ve yazgısıyla birliğini anlatan çok güçlü bir sahnedir bu.
Delphine karakteri, Rohmer sinemasının özetidir esasında. Tek derdi kiminle, nereye tatile gideceğidir. Rohmer sinemasında karakterlerin büyük dertleri, büyük hedefleri yoktur. Sıradan görünürler ama bir ‘öteki’dirler aynı zamanda. Her ne kadar Rohmer’in kadın karakter yazmasındaki becerisini yadsımamak gerekse de (sonraki filmlerinde [bkz: Four Adventures of Reinette and Mirabelle] ve özellikle “Mevsim Öyküleri”nde) Delphine karakterini oynayan Marie Rivière‘in senaryodaki katkısı, seyircinin karakterle çok kolay yakınlık kurmasının başlıca sebebidir. Rohmer’in aktardığına göre konuşmaların çoğu doğaçlama gelişmiştir, rolüyle çok iyi bütünleşen ve adeta kendini oynayan Rivière sayesinde olmuştur bütün bunlar.
Delphine ummadığı bir anda, Paris’e dönüş trenini beklerken, aradığı insanla, Jacques ile tanışır, ilk bakışlardan anlaşılır birbirlerine göre oldukları. Bu sırada Dostoyevski’nin Budala kitabını okumaktadır Delphine (Rohmer’in bütün karakterleri bir bakıma budaladır veya romanın ana karakteri Prens Mışkin’i tanımlayan doğru kelimeyle “saf”tırlar). Kısa bir sohbetin ardından, 5 dakika uzaklıktaki bir balıkçı limanına gitmeye karar verirler. Daha doğrusu Delphine yeşil ışını görmeden tatilini sonlandırmak istemez, çünkü tatilinden hiç keyif alamamıştır.
Arthur Rimbaud‘nun Chanson de la plus haute tour şiirinden iki mısra (“Dönmeli, geri gelmeli/O sevdalar çağı!”) ile başlayan film Jules Verne‘nin aynı isimli romanı Yeşil Işın‘a (Le Rayon vert, 1882) referansla biter. Büyülü bir an, “yeşil ışın” Delphine ve Jacques’i mutlu etmekle kalmaz Rohmer sinemasının birincil özelliği olan romantizmin gerçeğe dönüşünün imlenmesidir. Gerçekten böyle bir fizik mucizesinin gerçekleşme ihtimalinin şaşkınlığıyla biz seyirciler de ‘epifani’ (aydınlanma) yaşarız. Delphine doğru zaman ve doğru yerde, doğru adamı bulduğundan emin olur ve film sonlanır.