Yersiz-Yurtsuzluğun Yönetmeni: Fatih Akın
Geçtiğimiz günlerde Instagramda bir sinema profilinden alıntıladığım paylaşıma o kadar çok yorum geldi ki aslında çoktan izlemiş olduğum bu film üzerine yazma kararı aldım. Paylaşım Sibel karakterinin Almanya’da bir marketin rafından seçtiği rakı ve ardından yaptığı dolmayı içeriyordu. Fonda “kur masayı Madam Despina…” çalıyordu. Evet o film: Duvara Karşı. Fatih Akın’ın herkesi içine alan ve birçok kişi tarafından “en iyi filmi” olarak lanse edilen filmi. Bu yazıda Duvara Karşı’dan bahsetmeyeceğim, zira üzerine birçok yazı ve makale yazıldı. Ancak Fatih Akın’ın kalıplara sığmayan, yenilikçi ve marifetli sinematografisi, son filmi Ren Altını (Rheingold)’nın da konuşulmaya değer olduğunu tekrar hatırlattı bana. Aslında Fatih Akın’ın üzerine uzun uzun konuşulmaya değer bir yönetmen olduğunu hatırlattı demek daha doğru olur.
Sinema filmlerine aşırı ilgi duyan ya da film izlemeyi profesyonel anlamda işi haline getirmiş kimseler, “favori yönetmeniniz” ya da “favori filminiz nedir?” sorusunun kişi için ne kadar zor olduğunu tahmin eder. Bu soruyu genelde dönem, akım, ülke, tarih, tür olarak ayırarak yanıtlarım. Sinemanın biçimsel-estetik unsurlarını sonuna kadar kullanan yönetmenlerle, ideolojik açıdan kendime yakın bulduklarımı, eleştirel ve politik duruşunu sinemasal dille birleştiren yönetmenleri ayırırım. Hepsi kıymetli ve önemlidir benim için. Bir de izlerken çok keyif aldığınız, bir yandan düşündürürken diğer yandan sinemanın aynı zamanda insana gündelik hayatının sorunlarından sıyıran bir araç olduğunu hatırlatan filmler vardır. Fatih Akın sinemasını hep bu kategoriye sokmuşumdur kendim için. Değindiği o mühim konular, başka yönetmenler tarafından farklı bir sinemasal üslupla dile gelmiştir çoğu zaman. Ancak bir Fatih Akın filmini hemen ayırt edebilirsiniz. Son derece dramatik ve trajedik olay ve olguları doğal akışı içerisinde, dramatize etmeden sunar.
Bugün biliyoruz ki özellikle iletişim araçlarının gelişmesiyle ülkeler, toplumlar, kişiler arasındaki sınırlar her anlamda ortadan kalkmış olsa da göçmenlik, ırk, etnisite sorunları hala devam ediyor. Bir yandan aşırı sağcı ideolojiler giderek yükselirken, diğer yandan dünyanın giderek küreyerelleştiğine de şahit oluyoruz. Para akışının her şeyi kontrol altına aldığı bu kapitalist sistem, herkese hitap etmek ve karını ikiye katlamak için dünya üzerindeki her insana “sen” diye hitap etmeye çalışıyor. Bu nedenle ırk, etnisite, sınıf ya da toplumsal cinsiyetin bir öneminin kalmadığına dair özgürlükçü söylemler duyuyoruz. Ama diğer yandan biliyoruz ki geçmişte olduğu kadar katı olmasa da bu sorunlar hala yaşanmaya devam ediyor. Fatih Akın’ın özgün yanı bu sorunları dramatize etmeden sinema perdesine aktarması. Kaldı ki kendisi bu eklektizmi bir sorun olarak da görmüyor. Ona göre farklı sınıf ve grupların, ırk ve milletlerin bir arada yaşaması kültürel bir zenginlik anlamına geliyor. Tabii bu kültürel zenginliği, toplumsal gerçeklikten de soyutlamıyor. Almanya’da yaşayan farklı geleneksel değerlere ve etnisiteye sahip insanların, Alman vatandaşlarıyla aynı şartlarda yaşadığını da ima etmiyor bana kalırsa.
1998 yapımı Kısa ve Acısız filmini hatırlayalım. Gabriel, Bobby, Costa… Hepsi ayrı milletlerden üç arkadaş. Hepsini buluşturan şey ise suç. Evet hepsi de Almanya’da yaşayan, hem kendi kültürlerini hem de Alman kültürünü aynı anda yaşayan karakterler ama film eğer Almanya’da Alman değilseniz “pis işlere” bulaşmanız olası mesajını da veriyor. Almanya’daki göçmenlerin hayatını ve yer altı dünyasını, bu insanların bir şekilde suça, hapise, uyuşturucuya, hırsızlığa kısacası yasadışılığa bulaştığını, belki de bulaşmak zorunda kaldığını dramatize etmeden anlatıyor. En ünlü filmi Duvara Karşı’nın Cahit’ine bakalım. Almanya’da yaşayan bir Türk olarak Cahit yalnızca yaşam tarzıyla, seçimleriyle değil; fiziksel görüntüsüyle de kaybeden biri. Kokuşmuş, çürümüş, bitik, yaşayan bir ölüyü canlandırıyor. Cahit ait olduğu milleti dilini bile unutmuştur aslında: Türkçeyi. Alman değerlerini benimsemiş gibi görünür ancak boş şişeleri toplayarak geçimini sağlayan bu adam Almanya için “yok”tan ibarettir. Yaşayan ölü dememin sebebi bir yandan bu ırksal yok sayılmayı bir yandan da aidiyetsizlikten gelen bir yok olma arzusunu ifade etmesinden kaynaklanıyor. Sibel’in de Cahit’ten çok farklı olduğu söylenemez. Yaşama bağlılığı ondan fazla olsa da yaşamdan sürekli intihar ederek kopma isteği de işte bu “arada kalmışlık”tan geliyor. Almanya’nın “özgürlükçü” ortamını doya doya yaşamak isterken, ailesinin bu özgür ortamdaki muhafazakarlığı, Sibel’in önündeki en büyük engel. Sanki ailesi olmasa, Sibel Alman olabilecekmiş gibi.
Dolayısıyla Fatih Akın karakterleri ne orada ne burada mutlu olmayı başaramayan karakterler. Bu ne orada ne buradalık, yersiz-yurtsuzluktur bir nevi. Kendi ülkelerine döndüklerinde, oranın da ötekisidir bu karakterler. O dile de, o vatana da, o vatanın insanlarına da, değerlerine, geleneklerine, imajlarına ve yaşam tarzlarına da yabancılaşmış, ancak göçmen olmayı seçmeden önceki hayatlarının özlemini kalplerinde taşıyan meçhul insanlardır. Yazarken ya da anlatırken bile son derece üzücü hissettiren bu önemli konuları ve sorunları gösterişsiz, ironik bir biçimde ele almasıdır Fatih Akın’ı auteur yönetmen yapan. Hem Almanya’nın hem Türkiye’nin geleneklerini, aile yapısını, iş hayatını, dünya görüşünü kadrajdaki her bir unsurdan, müzik seçimine kadar işleyen Akın, farklı konulara değindiği bu filmlerde yersiz-yurtsuzluğu temel alır. Yazının başında anlattığım rakı-dolma sahnesi de bu yüzden anlamlı. Rakının kokusunu burnunuzun ucunda hissediyorsunuz izlerken ki ait oldukları, doğdukları ülke Sibel ve Cahit’in de burnunda tüter.
Çektiği filmler arasında en ayrıksı duran 2019 yapımı Altın Eldiven filmi. 70’li yıllarda Hamburg’da dehşet saçan seri katil Fritz Honka’yı anlattığı bu film, konu itibariyle Akın sinemasında ayrı bir yerde dursa da korkunç bir figür arkasındaki ötekiliği ele alır yine de. Honka, fiziksel görünümü itibariyle insanların kendisinden ürktüğü bir adamdır. Asosyal, konuşma bozukluğu olan bu adam kaybedenlerin ve dışlanmışların müdavim olduğu Altın Eldiven adındaki bir barda takılır sürekli. Kurbanlarını da bu barlardan seçer. Kurbanları da kendisi gibi kaybetmiş kimselerdir. Yaşlı, yoksul, kimsesiz… Her anlamda “çürümüş” olan bu insanları katlederken de bu çürümüşlüğü hissediyorsunuz film boyunca. Yönetmenin bu noktada yarattığı mizansenin kusursuzluğunu da söylemeden geçmemek lazım. Kan dondurucu bu cinayetleri ve Honka’nın yaşadığı evi, kendisini kusursuza yakın bir gerçekçilikle sahneye koyuyor Akın. Bir seri katilin ardındaki kaybedenleri de taşıyor beyazperdeye aynı zamanda.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Der goldene Handschuh (2019): Cinselliğin Yerine Şiddet
2022 yılına geldiğimizde Rheingold (Ren Altını) filmi ile çıkıyor karşımıza. Akın’ın, “çektiğim en zor film” olarak ifade ettiği bu filmin de diğer filmlerle ortak noktası suç ve göçmenlik. Xatar lakaplı, Kürt-Alman rapçi Giwar Hajabi’nin hayatını ele alıyor. Xatar, suç dünyasının içinden yükselerek müzik listelerinin ilk sırasına yerleşmeyi başaran bir suçlu. Yönetmen Irak’tan Almanya’ya göç eden Xatar’ın bu yolculuğunu ailesinin göç sürecinden başlayarak beyazperdeye taşıyor, dolayısıyla uzun bir film. Ancak uzunluğu, filmin aksiyonu ve gerçekçiliği sayesinde hissedilmiyor. Henüz annesinin karnındayken ünlü bir besteci ve orkestra şefi olan babası ve son derece modern annesiyle birlikte elit bir ailenin çocuğu olan Xatar, siyasal ve toplumsal olaylar sebebiyle büyüdüğünde bir suçluya dönüşüyor. İnsanlık dışı savaş durumlarını pek çok trajedik sahneyle gözler önüne seren yönetmen, paranız ve vizyonunuz varsa göç ettiğiniz yere görece tutunabildiğinizi de anlatıyor art alanında. Xatar’ın babasının sanatın içinde olması, yıllar süren mücadelesi sonucunda Almanya’ya konser için kabul edilmesini sağlıyor. Ancak burada da “insanın bencil bir varlık” olması sorunu karşımıza çıkıyor ve baba başka bir kadın, tüm parayı alıp gidiyor. Dolayısıyla hem bir göçmen hem de parasız bir göçmenseniz (Xatar gibi) başınızın çaresine yasal ya da illegal biçimde bakmak zorundasınız ve bu zorunluluk maalesef diğer filmlerde olduğu gibi onların suça bulaşmasını beraberinde getiriyor. Neyse ki bu kaybediş, Xatar’ın içindeki yeteneği ve arzuyu keşfetmesini ve ünlü bir müzisyen olmasını sağlıyor. Filmin bana kalırsa kusuru, göçmenlerin suça bulaşmasının ardındaki, benim altını çizdiğim, bu ırkçı söylemin mağduru olmaları durumunu yeterince işlememesi. Akın, doğal akışı içinde, yeterince mesafe koyarak ele alıyor karakterleri ve onların yaşam öyküsünü. Bir nevi durum tespiti yapıyor ancak nedenselliği gözden kaçırıyor.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: In the Fade (2017): Toplumsal Adaletten Bireysel Adalete
Sonuca gelirsek, yine de Fatih Akın özellikle Almanya’da yaşayan bir göçmen olarak, Alman toplumunun eklektik yapısını gerçekçi ve keyifli bir üslupla ortaya koyuyor. Yaşamın Kıyısında, Paramparça, Ren Altını, Altın Eldiven, Kısa ve Acısız… Tüm filmleri birbirinden farklı konuları ele alsa da hepsinin ardında, karakterlerin hem Türkiye’de ya da kendi memleketlerinde hem de göç ettikleri Almanya’daki kayıp yaşamları bulunuyor. Ne kendi memleketlerine ne de Almanya’ya tutunabilmiş, tutunsa da yani bunu sorun etmese de dahi bir şekilde suç dünyasının, gettoların içine girmek zorunda kalmış karakterler görüyoruz. Ancak tüm bu sorunlar ve karakterler, neredeyse her filminde kültürel değerler açısından zengin bir ortam yaratmasını da sağlıyor. Onu bir auteur yönetmen yapan en büyük nitelik de bu çokdilli, çok kimlikli kültürel ortamı yansıtıyor olması. Bu da “ne kadar Alman’sam, o kadar Türk’üm. Bu konuda bir seçim yapmak zorunda hissetmedim kendi hiç” diyen Fatih Akın’ın göçmenliğe olan özgün bakış açısını ortaya koyuyor.