Men (2022): Mesele Hegemonik Erkeklik Mi, Erkekler Mi?
Önce Ex Machina sonrasında ise Annihilation ile sinema dünyasına sükseli bir giriş yapan Alex Garland, son filmi Men ile tekrar karşımıza çıkıyor. Film özetle, baş karakter Harper’ın, kocasının intiharı sonrası kafasını toplamak ve bir nebze huzur bulabilmek için tek başına İngiltere kırsalında tatile çıkmasını konu alıyor. Şimdiden eleştirmenleri ikiye bölen film, seyirciyi de düşünmeye ve tartışmaya sevk edecek bir yapıya sahip.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Annihilation (2018): “Lezzetli“ Bir Bilim Kurgu
Her şeyden önce, Men’in kabaca mansplaining hakkında olduğunu belki isminden, belki afişinden ve de fragmandaki havasından fark etmiş olabilirsiniz. Oldukça şok edici başlangıcıyla, Harper’ın gözü önünde muhtemelen intiharı amaçlayan birinin düşüşüyle giriş yapıyor film. Daha sonra o kişinin, Harper’ın oldukça toksik bir kişiliğe sahip olan eski kocası olduğunu görüyoruz. Ayrılık sebebini bilmesek de James’in üslubu ve “benden ayrılırsan intihar ederim” tehditleri ilişkilerinin sağlıklı olmadığını iyice göstermeye yetiyor. Parçalı kurguyla film boyunca o gün yaşananları öğrenmeye devam ederken, aslında o tehditlerin hemen sonrasında intihar etmesi, haksız olduğunu düşündüğü kadınlara karşı istediği verilmeyince ağlayan çocuk zihniyetli yetişkin erkeklerin kadınların hayatını zehretme pahasına ne kadar ileri gidebileceğini gösteriyor.
Doğal olarak bir yandan Harper’ın tatilinde yaşadıklarını izlemeyi sürdürüyoruz. Burada Harper’ın konaklayacağı yerin sahibi olarak Geoffrey ile tanışıyoruz. Kılık kıyafeti, her şey hakkında bir fikri olması ve meraklı tavrıyla sıradan bir beyaz erkek imajı… “Yasaklı elmayı mı yedin yoksa?” çıkışıyla dini göndermelerin olacağının sinyalini veren sahneden sonra cezasını da peşinen yaşayacak olan Harper’ın, bir nevi erkek egemenliği olmayan bir dünyada huzuru bulabileceğini, en azından senaryonun bunu ima ettiğini düşünüyorum. Peki buradaki yasaklı elma neyi ifade ediyor? Sanırım eski kocasına boyun eğmeyip onu intihara sürüklemesi. Erkeğin yapma dediğini yapmak, yeme dediği elmayı yemek -tabi Geoffrey ve gibilerinin perspektifinden bakılacak olursa-.
Gibileri dememin aslında bir diğer sebebi film boyunca kasabadaki diğer tüm karakterlerin Geoffrey ve gibiler olması. Rory Kinnear’ın birçok karaktere hayat verdiği filmde sade ama herkesin sindiremeyeceği radikallikte bir mesaj karşımıza çıkıyor: Formlar farklı olsa da zihniyet aynı. Şunu da araya sıkıştırmadan geçmemek gerek: Harper’ın İngiliz Kırsalında doğayı kucaklarken karşılaştığı tünel sahnesi oldukça ilgi çekici. Yankı eşliğinde ortaya çıkan müzikal deneyim sonrası yaşanan gerginlik, sizi koltuğunuza çivileyebilir. Orada karşılaştığı çıplak heykel tipli adamın Harper’ı kovalaması ile başlayan gerilim daha sonrasında adamın Harper’ın konakladığı mülke tecavüz etmesiyle devam ederken, yakalanması ve sonrasında “çıplaksa delidir, zararsızdır” gibi oldukça basit ama tehlikeli bir bakış açısı eşliğinde serbest bırakılmasıyla son buluyor. Bu kararı verense polis formundaki bir diğer Geoffrey. Bir diğer sahnede rahip Geoffrey, intihar meselesinde suçu tamamen Harper’da bulduğunu ima ederken; çocuk Geoffrey ise Harper’a epey kinle ve tereddütsüzce küfredebiliyor. Kentlisinden, köylüsüne; çocuğundan, yetişkinine; polisinden, rahibine kadar “erkekler”, Harper’a ne yapması gerektiğini söyleyecek yetkinlikte buluyor kendini.
Finale doğru bir yandan gerilim ve aksiyon artarken diğer yandan Geoffrey’ler birleşip Harper’a fiziksel ve ruhsal saldırılarda bulunuyor. Kasabaya vardığımızdan itibaren baş gösteren gerçeküstü anlatım, zirvesine doğru “body horror” şeklini alarak ilerliyor. Burada değinilmesi gereken bir nokta; tüm bu sürreal anlatımı, alt metinleri dışında yorumlamanın pek mümkün olmadığı. Ya da en azından olan bitenin, Harper’ın bir rüyası olduğu ya da kafasında oluşturduğu erkek imajının farklı formlardaki tahayyülü olarak dile getirilebilir. Erkeklerin kadın düşmanlığı üzerine kurulu olan fikrin, sürreal çeşitlendirilmesi olarak bakıldığında; film elbette başarılı. Lakin ana fikrin üzerine eklemlenecek bir entelektüel çabanın olmaması ve bu fikrin sürekli tekrar edilmesi bir senaryo tıkanıklığı oluşturmuşa benziyor.
Ayrıca İlginizi Çekebilir: Ex-Machina (2015)
Kadınların günlük hayatta yaşadıklarının bir korku tasviri olarak bakıldığında Men takdirlik bir film. Diğer taraftan tüm bunları anlatırken kadının kurtuluşuna dair bir şeyler söyleseydi çok daha tatmin eder miydi diye düşünmeden edemedim. Kadın dayanışması mı aranmalı yoksa bazı erkekler iyi olabilir mi? Filmde tek bir erkeğin bile iyi gösterilmemesi ve de kadınların pasif olup bir araya gelememesi bu soruları cevapsız bırakıyor. Dahası erkek otoritesine dayanan bir zihniyetin kadınlar üzerinde doğurduğu sonuçları göstermek ile her erkeğin aynı şeytani varlık olduğunu söylemek arasında bir fark var. İkinci fikri kabul etmek; feminist erkeklerin olma ihtimalini yok saymak ve hatta azınlık da olsa anti feminist olan kadınların varlığını görmezden gelmek anlamına geliyor. İkinci fikrin indirgemeci tuzağına düşen film; geçmişten bu yana uzanan kadın-erkek eşitsizliğinin sonuçlarını vurgulamaya çalışırken eleştiri hedefine, cinsiyeti fark etmeksizin herkes tarafından sorgulanması gereken kalıplaşmış ataerkil zihniyet yerine, doğası gereği böyleymişçesine bu zihniyette olmak zorundaymışçasına tüm ‘erkekler’i koyuyor. Tüm bu sembolizm cümbüşü içinde, yaşayan ve hatta ölen erkeklerin kadınlara bu dünyada rahat vermediğini ve vermeyeceğini söyleyen neticede pek karamsar ve radikal bir film Men.