Ana Sayfa Eleştiriler The Florida Project (2017): Makyajsız Amerika

The Florida Project (2017): Makyajsız Amerika

The Florida Project (2017): Makyajsız Amerika 7.0
1
‘’Bu mutlu yere gelen herkese: Hoşgeldiniz. Disneyland sizin ülkeniz. Burada yaşlılar geçmişin güzel anılarını yeniden yaşayabilir ve gençler de geleceğin vaatlerinin tadını çıkarabilirler. Disneyland tüm dünyaya ilham verip neşe kaynağı olacak ideallere, hayallere ve Amerika’yı yaratan sert gerçeklere adanmıştır.’’
— Walter E. Disney, 17 Temmuz 1955.

Walt Disney, California’da kurduğu ilk eğlence parkının sansasyonel açılışını yukarıdaki sözlerle yapmıştı. Sean Baker’ın ismini Disneyland’in Orlando şubesi Walt Disney World’ün orijinal adından alan filmi The Florida Project ise, küçük bir çocuğun bu ‘mutlu yere’ yeni insanlar geldiğini diğer arkadaşlarına haber vermesiyle başlıyor. Walt Disney’in ütopik eğlence parkı ideali ile bu parkın büyük bir parçası olduğu tüketim kültürünün olumsuz sonuçlarından birisi olan sosyal sınıf farklılıkları arasındaki olağanüstü kontrast, The Florida Project’in henüz ilk sahnesinde incelikli bir şekilde vurgulanıyor: Disneyland’de parkın kuruluş amaçlarına aykırı yeni insanlar var! Zaten filmin genel iskeleti de bu zıtlık üzerine kurulmuş. Film, geleceğin hiçbir şey vaat etmediği küçük çocukların hayaller ülkesinin arka sokaklarındaki yaşamlarına odaklanıyor. Baker, idealleri ve hayalleri bir kenara bırakıp seyircisini sert gerçeklerle yüzleştirmeyi tercih etmiş. Son yıllarda sinema dünyası için klişeleşmeye başlamış bir tema olan Amerikan rüyası illüzyonu, The Florida Project’te farklı bir yaklaşımla çocukların gözlerinden yansıtılmakta. Bu durum da filmi kısmen aynı konuyu paylaştığı Little Miss Sunshine ya da American Honey gibi öncüllerinin basit bir taklidi olmaktan kurtarıp özgünleştiriyor. Çünkü en ağır dramalardan birine dönüşebilecek bu hikaye, çocukların gözlerinden bakınca masumane bir kisveye bürünerek bir nevi trajikomediye dönüşüyor. Sean Baker’ın kamerasını konumlandırdığı bu pozisyon, The Florida Project’in demagojiden beslenen klasik bir Hollywood filmine dönüşmesinin önündeki en büyük engel ve son birkaç yılın en iyi bağımsız filmlerinden biri olmasının da en büyük sebebi. Baker, sanki sadece filmi çekmekle kalmamış ve aynı zamanda sosyolojik bir vaka incelemesi de yapmış gibi. Bu anlamda aslen araç olarak kullanıldığı söylenilebilecek film, bu incelemenin sinematografik açıdan da oldukça başarılı bir görsel-işitsel analojisi olarak değerlendirilebilir.

Altı yaşındaki Moonee, genç ve aykırı annesi Halley ile birlikte Walt Disney World yakınlarındaki Büyülü Şato isimli köhne bir motelde yaşamaktadır. Moonee her normal çocuk gibi arkadaşlarıyla oyunlar oynayıp yaramazlık yaparken, annesi ise rüyalar ülkesinin sınırlarında geçim derdiyle boğuşmaktadır. Moonee’nin hiçbir zaman bir parçası olamadığı dünyanın en büyük eğlence parkının gölgesindeki çocukluğu, yetişkin hayatının zorluklarıyla kesintiye uğrayacaktır.

 
Yönetmen, iPhone 5 ile çektiği ve ciddi bir başarı yakalayan önceki filmi Tangerine’de olduğu gibi yine Amerikan toplumunun en diplerindeki sosyal sınıflardan birini yansıtmayı tercih etmiş. Aslında bu konu özellikle Shameless gibi televizyon dizileri tarafından yıllardır ana akımda yaygın bir şekilde ele alınıyordu. Yine de Baker’ın versiyonunun Disneyland faktörünün sağladığı realizm-sürrealizm arası belli belirsiz dalgalanmaların da katkısıyla sinemaya yakışacak şekilde çok daha içten olduğu tartışılmaz. Belli bir açıdan bakıldığında, film toplumdaki çeşitli sorunların kaynağını onun çekirdeği olarak kabul edilen aile kurumunda arıyor gibi görünse de durum bundan ibaret değil. Aile vurgusu tabii ki de önemli, ana karakterleri küçük bir kız ve onun genç annesi olan bir film için aksini iddia etmek absürt olurdu. Zaten Baker’ın, anne- kıza elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışan Bobby karakterinin derinliğini oğluyla yaşadığı sorunlar üzerine kurması filmdeki aile vurgusunu genişletmeye çalıştığının işaretlerinden biri. Fakat yönetmenin asıl yapmak istediği şey toplumun geneli tarafından marjinal ilan edilmiş sosyal sınıfların üyesi konumundaki bireylerin insaniyetini, onları marjinalize eden toplumun yüzüne vurmak. Bu nedenle Sean Baker için kullanılan ‘jenerasyonunun en hümanist yönetmenlerinden biri’ tanımının hiç de yanlış olmadığı çok açık.



Çekimlerin gerçekleştiği motellerde yaşayan insanların da çeşitli rollerde yer aldığı filmin kendisi gibi oyuncularının da ortak paydası samimiyet. Spesifik olarak belirtmek gerekirse, yönetmenin Instagram’da keşfettiği Bria Vinaite (Halley) ve henüz 7 yaşında takdire şayan bir oyunculuk performansı çıkaran Brooklynn Prince’in (Moonee) yanı sıra Bobby rolünde izlediğimiz usta aktör Willem Dafoe için de ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Dafoe, filmin Akademi Ödülleri’ndeki tek adaylığı olan En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’nü alacak kadar iyi bir performans sergilemese de adaylığını kesinlikle hak etmiş. Bu başarıyı böylesine basit bir rolde böylesine duru bir oyunculuk ile gerçekleştirmesi oldukça şaşırtıcı. Daha da şaşırtıcı olan ise filmin Sean  Baker’a yönetmen ya da en azından özgün senaryo dalında adaylık getirmemiş olması. Bence bu durumun en büyük sebeplerinden biri de Akademi’nin bu yıl için Amerikan Bağımsız Sineması kontenjanından öne çıkarmak istediği filmin Lady Bird olması. Biraz da sahip olduğu popülarite nedeniyle, takdir haklarının Greta Gerwig’den yana kullanıldığını tahmin etmek zor değil. Zaten iki filmin de dağıtımcılığını aynı şirketin üstlendiği düşünülürse, A24 için çok da fark etmiyor olsa gerek.

Film boyunca karakterler gibi seyircinin de sürekli olarak seslerine maruz kaldığı helikopterler, sadece Amerika’nın farklı ekonomik sınıfları arasındaki uçurumu sembolize etmekle kalmıyor. Aslına bakarsanız bu ayrıntı yönetmen tarafından bilinçli olarak seçilmiş bile değil. Filmin bütçesi helikopterlerin uçuşlarını durdurmaya yetmediği için mecburen senaryoya eklenmiş bir detay bu. Durum böyleyken Sean Baker’ın bağımsız sinema anlayışının, kasıtsızca ve olabilecek en gerçekçi haliyle kendi sinematografisini ortaya çıkardığını söylemek mümkün. Yönetmenin sinemaya karşı içten yaklaşımının yukarıdakine benzer diğer bir örneği ise filmin final sahnesinde karşımıza çıkıyor. Walt Disney World’den çekim yapabilmek için izin almak istemeyen Sean Baker, telefonuyla çektiği önceki filmi Tangerine’e de atıfta bulunarak  The Florida Project’in son birkaç dakikasında özüne geri dönüyor. Eğlence parkının iç mekan çekimlerini park yönetiminin bilgisi ve izni olmaksızın bir kez daha iPhone’u ile yapan yönetmen, gerilla film yapımcılığından ve tam bağımsız sinemadan asla kopamayacağını filminin ritmini bozma riskini göze alarak da olsa bu sahne ile yeniden ilan ediyor.



Bugüne kadar hayata geçirdiği projeler incelendiğinde 90’lardaki Harmony Korine’in daha hafif fakat daha etkileyici bir versiyonu gibi görünen Sean Baker, umarım Korine’in aksine spektakülerliğe kendini kaptırmaz da kaliteli bir bağımsız sinemacıyı daha kaybetmeyiz. Baker’ın sonraki filminin konusu ise Amerika’da geçtiğimiz yıllarda iyiden iyiye artan uyuşturucu kullanımı olacak gibi duruyor. Dolayısıyla şu an için kendisinden gelen haberler, çıktığı yoldan henüz ayrılmayacağına ve Amerika’nın makyajsız ve samimi yüzünü dünyaya göstermeye devam edeceğine işaret ediyor.

Puanlama

7.0

7.0
Kullanıcı Oyu: ( 4 oylar ) 6.2

Ziya Aydı 1993, Bursa doğumlu. Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu. Lisansüstü eğitimine Belçika’da devam ediyor. Film izliyor, düşünüyor, eleştiriyor, arada bir de şiir yazıyor.

Yorum(1)

Bir Cevap Yazın