Ana Sayfa Eleştiriler The Painter and the Thief (2020): Fark Edilmenin Büyüsü Üzerine

The Painter and the Thief (2020): Fark Edilmenin Büyüsü Üzerine

The Painter and the Thief (2020): Fark Edilmenin Büyüsü Üzerine 9.0
0

“Araştırmalar gösteriyor ki görmenin yalnızca %10’u fiziksel, geri kalan %90’ı ise zihinsel bir süreç. Görsel uyarıcılara verdiğimiz tepkiler, sanatçılar tarafından çeşitlendirilir. Aynı objeye (hatta tam olarak aynı noktadan) bakan bir düzine kişi bir düzine farklı anlam çıkaracaktır.”

Duane and Sarah Preble, Artforms

2020 yapımı The Painter and the Thief (Kunstneren og tyven) adlı belgesel işte tam da ‘bakış’ın bu zengin ve yaratıcı doğasını öne çıkarıyor. Film 2015 yılında Oslo’da iki büyük resmi çalınan bir ressamla, onu çalan hırsız arasındaki dostluğu konu ediniyor. Bakışın nasıl ters yüz edildiğini, bir sanatçının gözünden, her şeyin bir sanat eserine dönüşebileceğini gösteriyor.

2020 yılında gerçekleşen Sundance Film Festivali Belgesel bölümünden Jüri Özel Ödülü ile dönen filmin yönetmeni 1989 doğumlu Benjamin Ree. Ree[1], filmin esasen sıradışı bir arkadaşlık ilişkisi üzerine olduğunu söylüyor. Bu sıradışılık kuşkusuz bir fail ile mağdurun dostluğuna dayanıyor. Ressam Barbora Kysilkova, resimlerini güpegündüz, büyük bir soğukkanlılıkla çalan hırsızın peşine düşüyor.  Ancak uyuşturucu bağımlısı olan Karl-Bertil (hırsız), o gün o resimleri nasıl çaldığını bile hatırlamıyor, dolayısıyla nerede olduklarını bilmiyor. Hikâye burada bitmesi gerekirken, karşımıza 1 saat 42 dakikalık naif bir film çıkıveriyor. En çok beğenilen ve sergi değeri biçilen o nadide resimlerine ulaşamayan Barbora o dakikadan itibaren tek bir sorunun peşine düşüyor: “Neden benim sanat eserimi çalsınlar?”. Ve bu sorunun muhatabı olan Karl-Bertil’in portresini yapmaya koyuluyor.

The Painter and the Thief: Fark Edilmek
The Painter and the Thief 2

 

Bir sanat eseri sadece gerçekliğin bir taklidi, müthiş bir yansıması ya da öylece çarpıtılması değildir. Bunların ötesindedir. Sanat eseri, sanatçının yaşamını, deneyimlerini, dünya görüşünü yansıtmakla birlikte, sanatına konu olan o şeyin tüm varlığından izler barındırır. “Sanatçının, köyün delisinden farkı, güzeli sevmesinin yanı sıra, güzel bir şeyler yaratma çabasını göstermesi ve başarmasıdır (…) Bazı şeyleri herkes yaşayabilir, ancak herkes belli bir güzellikte dışa vuramaz. Sanatçının diğer insanlardan farklı olan yânlarından biri de budur” der Oğuz Adanır Sinemada Anlam ve Anlatım[2] kitabında. Ressam Barbora, uzun yıllar hapishanede yattığı ve kullandığı uyuşturucu nedeniyle toplum tarafından “tehlikeli” bulunan o dövmeli adamın -hırsızın- portresini yaparak onu bir sanat eserine dönüştürüyor. Hikâyenin en özgün ve ilgi çeken yanı da bu. Binlerce yıldır güzelin ve çirkinin, iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın resmini çizen sanatçıların ortaya koyduğu sanat eserleri, saydığım zıtlıkların sınırını bulanıklaştırıp, iyinin ve kötünün ne olduğu üzerine kafa yormamızı sağlıyor. Bir ressam, toplum tarafından “kötü”, “yanlış”, “suçlu” olarak anılan bir insanın en aciz, en yalnız, en iyi, en dürüst ya da en “kendi” olan anını yakalayıp, onu bakışı ile hem estetik hem de kalıcı bir varlık haline getiriyor: Karl-Bertil Nordland, artık sadece o iki resmi çalan bir hırsız değil, bir ressamın arzusu, bir insanın bakışı ve faniliğin yerini alan maddilik olarak sergileniyor. Genç adam, tam da fark edilmek istenmeyeceği bir kişi tarafından (çünkü resimlerini çaldı) fark ediliyor. İlk kez biri tarafından görülüyor ki filmin en etkileyici sahnesinin onun kendi portresini görüp, dakikalarca ağladığı an. Çünkü Bertil kendini, kendi portresi araçlığıyla keşfediyor.

The Painter and the Thief: Gerçek mi, Kurmaca mı?
The Painter and the Thief

Yönetmen Ree, Bertil’in kendi portresiyle karşılaştığı o anın filmin gidişatını da belirlediği an olduğunu söylüyor. Bir gazetede gördüğü bu haberi 10 dakikalık bir kısa film olarak planlayan yönetmen bu  sahneye şahit olduktan sonra fikir değiştiriyor. Bu sıradışı dostluğun dönüştürdüğü o kendine karşı yıkıcı insanın ve onu keşfeden bir sanatçının hikayesinin detaylarına inmek istiyor yönetmen. Bu nedenle film, belgesel mi yoksa kurmaca mı sorusunu akla getiriyor birçok izleyende. Filmin biçimsel özellikleri de onun bir belgeselden fazlası olmasını sağlıyor. Örneğin belgesellerde sıkça kullanılan röportajlar, belgeselin hedeflediği gerçekçilik boyutunu artıran unsurlardandır. Ve çoğu kişiye göre belgeselin, kurmacadan ayrıldığı nokta gerçek olay ve olgulara dayanmasıdır. Yani estetik ikinci plandadır. Oysa kurmaca bir film de gerçek yaşamda karşımıza çıkan insanlardan ve hikayelerden yola çıkar. Her iki tür de eşit derecede estetik olabilir ya da olabilmelidir. Yönetmen Benjamin Ree, belgeselin de sinematografik bir anlatım aracı olduğunu unutmayıp, estetik kaygıları da gözetiyor. Kendi deyimiyle tıpkı belgesellerde olması gerektiği gibi birçok röportaj kullanıyor ama bu röportajları, kişilerin ruh halini yansıtan ve sinematik bir dile sahip olanlar arasından seçiyor. Kullandığı diyaloglarla Karl-Bertil’in mizahi yönünü, ressamın kırılgan geçmişini ortaya koyuyor. Bazı sahneleri hem Barbora’nın hem de Karl-Bertil’in gözünden ve dilinden tekrarlayarak gösteriyor, çünkü ressamın yanı sıra Karl-Bertil’in de, Barbora’yı gözlemlediğini biliyor. Kadının belki başkalarının bile bilmediği anılarını, travmalarını, en sevdiği yemeği, en etkilendiği anı öğreniyor Bertil bu süreçte. Yani bakılan kişi biraz da bakan kişiye dönüşüyor ki hemen akla Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait of a Lady on Fire) gibi filmler geliyor. Birbirlerini sanat aracılığıyla fark edip, sanatın ne anlama geldiğini anlıyorlar özellikle de Bertil. Yönetmen ise bu yolculukta kamerasını yargılamak ya da teşhir etmekten ziyade tüm karmaşık duyguların bir aradalığını gösterircesine kullanıyor: Merak, şefkat, güven, minnet, mahcubiyet…

Ayrıca İlginizi Çekebilir: Portrait of a Lady on Fire (2019): Orpheus’un Son Bakışı

The Painter and the Thief: Sanat, Sanat İçin Midir?
Painter and the Thief 2020

Barbora bir yandan Karl-Bertil’in hayatına dokunup, onu sanatı aracılığıyla bambaşka bir adama dönüştürürken; diğer yandan her gün saatlerce başına oturduğu resimlerini sergileyip satamadığı için büyük bir ekonomik krizin içine düşüyor. Resim yapmak uğruna çoğu zaman sevgilisi Qystein Stene’i bile ihmal ediyor. Birçok kişiye borçlu olmasına rağmen çizmekten, boyamaktan vazgeçmiyor. Bu da akla sanat, gerçekten sanat için midir sorusunu akla getiriyor. Film, sanatın ekonomik yanını, daha doğrusu her alanda olduğu gibi sanat alanında da paranın en büyük belirleyicilerden biri olduğunu ortaya koyuyor. Ulus Baker, “Sanat ve Arzu” seminerinde “arzu, gerçekten yaşamın temel unsuru, elemanı gibi, neredeyse özü gibi görünüyor. Kuşkusuz sanatsal üretim de, bilimsel üretim de, felsefi üretim de bunun dışında asla düşünülemez”[3] demiştir. Kadının içinde bulunduğu yokluğa rağmen sanatını icra etmekten vazgeçmemesi, üstelik kendi tablolarını çalan bir hırsızın portresini çizmeye girişmesi adeta sanatçını “yaratma arzusu”na örnek oluyor ki burada sanat ve etik tartışması da beraberinde geliyor. Barbora’nın sevgilisi ile yaptığı tartışmalar, kendine karşı kırıcı, yıkıcı, yaşamı boyunca örselenmiş ve kötü olaylar yaşamış bu adamı sanatının nesnesi haline getirmesi, onun zayıf noktalarını anlayarak bunları resmetmesi, sanat ve etik ilişkisini sorguluyor.

Sonuç olarak Ressam ve Hırsız, kullandığı yaratıcı kurgu tekniği, özgün konusu, dramatik anları ile etkileyici bir anlatımı yakalıyor. Yönetmenin de dediği gibi sanat dünyası ile alt sınıfı -soyguncuları- bir araya getiren bu film, yargılayıcı bir bakış açısından ziyade bir umut öyküsüne dönüşüyor. Kendi portresiyle karşılaşan bir uyuşturucu bağımlısı üzerinden, “bakış” ın gücünü ortaya koyan yenilikçi bir belgesel olmasını sağlıyor.

[1] The Painter and the Thief interview with Benjamin Ree – London Film Festival 2020

[2] Adanır, Oğuz (2003). Sinema Anlam ve Anlatım, İstanbul: Alfa Yayınevi.

[3] Baker, Ulus (2016). Sanat ve Arzu, İletişim Yayınları.

Puanlama

9.0

9.0
Kullanıcı Oyu: ( 0 oy ) 0

Bir Cevap Yazın