Ana Sayfa Yönetmen Sineması Alejandro Jodorowsky: Ayakkabılarında Yaşayan Bilge

Alejandro Jodorowsky: Ayakkabılarında Yaşayan Bilge

Alejandro Jodorowsky: Ayakkabılarında Yaşayan Bilge
0

1970 yılının son günlerinde New York’taki Elgin Theatre’ın yöneticileri, adı duyulmamış Şilili bir yönetmenin El Topo isimli sürreal western filmini bir gece yarısı gösteriminde seyirciyle buluşturmaya karar verdi. Film haftalarca kapalı gişe oynadı, “gece yarısı filmleri”nin atası haline geldi, düzenli olarak tekrar tekrar izlendi ve sadık bir seyirci kitlesi edindi. Bu kitlenin içindeki isimlerden biri de El Topo’yu en az üç kez izlediğini belirten John Lennon’dı. Lennon, The Beatles’ın menajeri Allen Klein’a filmden bahsetti. Klein, filmin haklarını satın alarak dağıtımını üstlendi ve filmin yönetmeninin bir sonraki işinin de yapımcısı oldu. Böylece 1973’te Alejandro Jodorowsky’ye dünya çapında ün kazandıracak olan The Holy Mountain doğdu. Ancak bu doğum yönetmen için, kariyerinin sonraki aşamalarında da sık sık karşılaşacağı bir problemi gün yüzüne çıkaracaktı: yapımcılarla anlaşmazlık. Klein, çeşitli yatırımcılara Histoire d’O’nun Jodorowsky tarafından yönetilecek bir film adaptasyonunun sözünü vermişti. Yönetmen, projede yer almayı reddetti. El Topo ve The Holy Mountain’ın dağıtım haklarını elinde bulunduran yapımcı, misilleme olarak otuz yıl boyunca bu iki filmin gösterimini engelledi. Sonuç olarak Jodorowsky, daha birçok darbe yiyeceği sinema kariyerindeki ilk engelle karşılaşmış oldu ve hayatının büyük bir bölümü boyunca standart sinema seyircisi için popülerlik açısından gölgelerde yaşamak zorunda kaldı.

Jodorowsky’nin sinemaseverler arasındaki şöhretinin, çektiği filmlerden ziyade çekemediklerinden gelmesi sinemayı endüstri olarak değil bir sanat formu olarak görmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısı sebebiyle yapımcılarıyla sürekli bir savaş halinde olan yönetmen birçok projeyi yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Sinema tarihi için artık bir mite dönüşmüş olan Dune uyarlaması, asla gerçekleştirilemeyen bu filmlerin elbette ilk akla geleni. Jodorowsky’nin etrafına Mœbius, H. R. Giger, Chris Foss, Mick Jagger, Salvador Dali, Pink Floyd, Orson Welles gibi “savaşçılar” toplayarak üzerinde çalıştığı proje hiçbir stüdyo tarafından kabul edilmedi. Hollywood, yıllar sonra bu bilimkurgu uyarlamasını David Lynch’e yaptırtacak ve Lynch 40 milyon $ bütçeye rağmen kariyerinin en  kötü filmini çekecekti. Jodorowsky, bu projeye dair hayal kırıklığından Lynch’in filmini izlerken kurtulduğunu söylüyor. Fakat Dune’un berbatlığının sebebinin Lynch değil stüdyo olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. Zaten iki yönetmen arasındaki ilişki sadece bu projeyle sınırlı değil. Jodorowsky’nin bir başka çekilemeyen filmi King Shot’ın yapımcılığını David Lynch üstlenmişti. Yönetmenin, türünü metafizik spagetti gangster filmi olarak tanımladığı King Shot’ın başrollerini Jodorowsky’nin yakın arkadaşı Marilyn Manson ve Nick Nolte’nin paylaşması düşünülüyordu. Fakat bu proje de filmin bütçesine kaynak sağlayacak yapımcı bulunamaması sebebiyle iptal edildi. Aynı nedenlerle çekilemeyen bir başka film ise El Topo’nun devamı olması planlanan Abel Cain. Jodorowsky, El Topo’ya bir devam filmi çekmekten vazgeçse de hikayeyi 2016’da Sons of El Topo adıyla çizgi roman olarak yayınladı.


El Topo ve The Holy Mountain’ın başarısından sonra Dune’un çekilememesinden kaynaklanan hayal kırıklığı ile mücadele eden Jodorowsky; kariyerine dağıtım problemleri nedeniyle hala ulaşmakta zorlanılan, Hindistan’ta geçen masalsı çocuk filmi Tusk ile devam etti. Film, bir başka hüsrandan ibaretti. Yönetmen dokuz yıllık bir aranın ardından aile üyelerinden oluşan oyuncu kadrosuyla çektiği, sirkte geçen bir sürreal slasher olan Santa Sangre ile 1989’da sinemaya geri döndü. Konusu ve oyuncu seçimleriyle yönetmenin filmografisinin doğal bir parçası olan Santa Sangre, Jodorowsky’nin sirklerde çalıştığı gençlik günlerine ve aile ilişkilerine yaptığı atıflar 
nedeniyle kişisel ayrıntılar taşıyordu. Filmi bu açıdan, günümüzdeki otobiyografik serisine bağlamak ve hatta Santa Sangre’nin bu seriye bir temel oluşturduğunu iddia etmek mümkündür. Fakat Jodorowsky’nin kariyerindeki ikinci bahar için bir kez daha başarısız olması ve sinemaya tam yirmi üç yıl ara vermesi gerekecekti. Yine yapımcıların tutsaklığında çektiği The Rainbow Thief; Peter O’Toole, Ömer Şerif ve Christopher Lee gibi usta oyuncuları kadrosunda barındırmasına rağmen yönetmenin asla sahiplenmeyeceği bir arkadaşlık filmiydi. Bu filmden beş yıl sonra bir trafik kazasında oğlu Teo’yu kaybeden Jodorowsky, sinemayla ilişiğini de neredeyse tamamen kesti. Bu süreçte kitaplar (Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer, Psiko- Büyü) ve çizgi romanlar (The Incal, The Metabarons) yazan, spiritüalizm ve tarot ile ilgilenen ve yukarıda da bahsedilen birkaç başarısız film girişiminde bulunan yönetmen sinemaseverler için neredeyse çeyrek asır boyunca suskun ve unutulmuş kaldı.

Tarihler 2013’ü gösterdiğinde, Jodorowsky hem Dune’u nasıl çekemediğini anlattığı Jodorowsky’s Dune belgeseliyle hem de kendi çocukluğunu görselleştirdiği La danza de la realidad ile Cannes’da yer alarak sinema dünyasına geri döndü. Hem de ne dönüş! La danza de la realidad, yaşlanmış ve olgunlaşmış bir adamın özüne dönüşünün hikayesiydi. Film müziklerini en küçük oğlu Adan’a yaptıran, El Topo’da oynattığı ve Dune’da da rol vermeyi planladığı oğlu Brontis’i ise başrole koyan Jodorowsky, film boyunca kendi kişisel gerçekliğiyle dans ediyordu. Brontis kendi dedesini başarıyla canlandırırken, Alejandro Jodorowsky ise sık sık filmin içine girip kendi çocukluğuyla konuşuyordu. Yönetmenin en iyi bildiği işi -kendisi olmayı- yeniden özgürce yaptığı La danza de la realidad, kişisellik ve evrensellik arasında muhteşem bir denge kuruyordu. Gelişen ve dolayısıyla daha rahat ulaşılabilir hale gelen film teknolojileri ile birleşen Jodorowsky’nin sürreal dünyasının seyirciye sunduğu görsellik göz alıcıydı. Bu deneyimin tadı, biz seyirciler gibi yönetmenin de damağında kalmış olacak ki; Jodorowsky bu kişisel filmi otobiyografik bir seriye dönüştürmeye karar verdi. Bu serinin ikinci filmi Poesia sin fin, yönetmenin hayranları tarafından internet üzerinden fonlandı ve 2016’da gösterime girdi. İlk filmi doğum yeri Tocopilla ve babasıyla arasındaki sorunlu ilişki üzerine inşa eden Jodorowsky, Poesia sin fin’de ise gençlik yıllarını geçirdiği Santiago ve bir şair olarak dahil olduğu Şili’nin o dönemki entelektüel çevrelerini anlatıyor. Tabii ki kişisellikten, daha doğrusu kişiliğinden ödün vermeden. Hikayenin kaldığı yer düşünülünce, Paris’in sürrealist sanat çevrelerinde geçen bir devam filminin ihtimali bile heyecan verici.


Aslında çok az sayıda film çeken yönetmenin filmografisi, özgürlüğüne düşkünlüğü sebebiyle ayakkabılarında yaşayan bir adama ait olduğu düşünüldüğünde daha da daralıyor. Sanatsal açıdan her kısıtlanışının ardından uzun süreli aralar veren ve özgürleştiğinde yaptığı ilk iş özüne geri dönmek olan bir adam Jodorowsky. Peki, bu adamın özü ne? Tusk ve The Rainbow Thief dışarıda tutulacak olursa -ki Jodorowsky’nin de aynı yaklaşımı tercih edeceği tartışılmaz- elde kalan altı filmin yüzeydeki ortak noktası sürrealizm. Fakat biraz derine inildiğinde Jodorowsky sürrealizminin temelinde belli başlı temalar görünür hale geliyor. Her ne kadar The Holy Mountain kurtarıcı bir İsa figürünü odağına alsa da, La danza de la realidad’taki Teosofist karakteri Jodorowsky’nin kompakt inanç anlayışına dikkat çekiyor. Bu açıdan yönetmenin, filmlerinde dini motiflerle birlikte inancın kendisini de bir motif olarak kullandığını söylemek yanlış olmaz. Kişisel geçmişin, şimdinin ve geleceğin birliği yani kişisel zamanın birliği olarak formüle edilebilecek bir yaşamın birliği fikri de Jodorowsky’nin vurgulamayı sevdiği temalardan. Hatta otobiyografik serisinin omurgasının bu fikir üzerine kurulduğu söylenebilir. La danza de la realidad ve 
Poesia sin fin’deki hikaye anlatımı ve yönetmenin bu anlatıma içeriden müdahaleleri bu görüşü destekleyici nitelikte. Aile üyelerinin filmlerdeki kullanımı, son iki filmi baz alındığında kurgunun ve gerçekliğin iç içe geçmesine neden olup Jodorowsky sürrealizmine aynı anda hem gerçekçi hem de gerçeküstü bir boyut kazandırıyor. Bu yaklaşımın bir diğer örneği de The Holy Mountain’ın seyirciye bunun bir film olduğunu bağıran final sahnesi. Yönetmenin filmlerinde sürekli tekrar eden diğer temalar ise içsel bir arayış ve kendini gerçekleştirmek. Zaten Jodorowsky de röportajlarında her filminin bir başka arayışın ürünü olduğunu belirtiyor. Bu paralellik, Jodorowsky sinemasının her şeyden önce içtenliğe, samimiyete ve kişiselliğe dayalı olduğunu kanıtlıyor. Yirmi üç yıllık aranın ardından gelen yeniden üretim dönemi işte bu temel unsurların getirisi. Doksan yıllık bir ömrü içinde taşıyan bir adamın geçmişine dönüşü… Muhtemelen tüm hayatını şekillendirmiş şiddetli baba-oğul ilişkisine yönelik bir ağıt… Sürekli olarak birbirlerinde kendilerini bulan, affeden, affedilen üç kuşak: dede Jaime, baba Alejandro, oğullar Brontis, Axel, Adan ve Teo. Hiçbir şey verilmeyerek her şeyin verildiği, sevgisizlik ile sevginin mutlak gerekliliğinin, tanrının inkârı ile hayata değer vermenin öğretildiği bir ilişkiler yumağı. Yönetmen, kişisel geçmişinin gerçekliğini büküyor ve 60 yıl sonra oğullarını öpüştürerek babasını affediyor. Jodorowsky sinemasının ulaştığı bu nokta nefes kesici. Alejandro; kendi sinemasıyla kendi ruhuna uyguladığı tedaviden memnun kalmış olmalı ki, bu yıl içinde gösterime girecek yeni deneysel filmi Psychomagic’te sanatla iyileşen diğer insanların hikayelerini de seyirciyle paylaşmayı planlıyor.

Film dediğimiz şey yaşamın zamansallığına mahkum ise, Alejandro Jodorowsky’nin her filmi bir başka hayatı temsil etmektedir. Yaşıyla ve gelecek planlarıyla takipçilerini ürpertmeye devam eden Jodorowsky’ye uzun ömürler dilemenin bir anlamı yok, doksanıncı doğum gününü kutladığı şu sıralarda ona yeni ömürler dilemeliyiz.

Ziya Aydı 1993, Bursa doğumlu. Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu. Lisansüstü eğitimine Belçika’da devam ediyor. Film izliyor, düşünüyor, eleştiriyor, arada bir de şiir yazıyor.

Bir Cevap Yazın