Nasipse Adayız (2020): Salon Simge’de Karanlık Bir İktidar Arayışı
“Sahiden kirli bir ırmaktır insan (ruhu). Kirli bir ırmağı içine alıp da bozulmamak için zaten bir deniz olmak gerekir” der Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt kitabında¹. O, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde gezmiştir. Kendi kendinin düşmanı olan insan, bu karanlığın farkına vardığında onu aşmaya başlayacaktır. İnsan ruhundaki kaos, onun en büyük farkındalığı olacaktır. Öyle ya, “dans eden bir yıldız doğurabilmek için hala kaos olmalı insanın içinde”². Yönetmen koltuğuna oturduğu ilk filmi Nasipse Adayız ile Ercan Kesal, bürokrasinin karanlık dehlizlerinde tıpkı Nietzsche gibi gezinerek, insan ruhundaki “kör noktaya” dikkat çeker. Kişinin kendisiyle yüzleşmesini sağlayan şey, bu kör noktanın farkına varmasıdır. Yolculuk da, yüzleşme de aynı derecede kaotiktir. Tıpkı Kesal’ın kendi yaşamından, filmine uzanan bu naif yolculukta olduğu gibi.
Çoğumuzun bildiği üzere tıp fakültesinden mezun olan Ercan Kesal, bir süre doktorluk yaptıktan sonra Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak (2002) filmiyle oyunculuğa adım atmıştır. Bu tarihten itibaren sinema sanatı içerisinde sıkça karşılaştığımız Kesal, Bir Zamanlar Anadolu’da, 3 Maymun, Yozgat Blues, Küf, Anons, Vavien, Saç, Sen Aydınlatırsın Geceyi, Bulantı, Kelebekler, Görülmüştür gibi önemli filmlere oyunculuk ve senaryo alanında destek vermiştir. Kesal bu üretkenliğini, aynı zamanda edebi alanda da (Cin Aynası, Evvel Zaman, Nasipse Adayız, Peri Gazozu, Velhasıl…) sürdürmektedir. Avusturyalı yönetmen Haneke, “biyografisi, sanatçının eseri hakkında bizi aydınlatmaz” der. Bu yüzden kişisel yaşamı hakkındaki soruları “aptalca” bulur. Ancak yine de şunu ekler: “Yaşadıklarımdan, şahsi tecrübelerimden filmlerime yansıyan tek şey hangi biçimde olursa olsun şiddete karşı duyduğum korku ve onu reddedişimdir; bir de tabii iletişimle ilgili her şeye dair duyduğum büyük kuşku var”³. Öyleyse yönetmenin gerçek yaşamdaki kişisel deneyimleri belki öyküsünden mizansenine tüm bir filmi etkileyecek kadar güçlü değildir ama muhakkak yönetmenin dünya görüşünden ya da değerler dünyasından izler yansıtır. Kesal’ın yaşamının bir döneminde Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na aday adayı olması da böyle bir değer dünyasına yakından tanık olmasını sağlamıştır. Bu süreçte yaşadığı gerilimin ve ruhundaki o “kör alanın” yansımasıdır Nasipse Adayız. Bu durum filmde geçen mekân ve kişiler konusunda da yönetmenin gerçeğe sadık kalmasını sağlamıştır. Kendi gezdiği sokakları, salonları ve ona eşlik eden kişileri tercih etmiştir, çünkü Kesal kurmaca bir filmin bile gerçek toplumsal deneyimler barındırdığına inanır. Üstelik bu gerçeklik, ona göre filmsel gerçekliğin önüne de geçmez. Film nihayetinde ikinci bir göz olarak kendi gerçeğini de yaratır⁴.
Kesal’ın aynı adlı romanından uyarlanan filmin konusunu kısaca özetleyecek olursak, İstanbul’da özel bir hastanenin sahibi olan Kemal Güner (Ercan Kesal), aynı zamanda Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na adaydır. Kamuoyu çalışmalarına hız kesmeden devam eden Güner, “bir numara”nın gözüne girmek için oradan oraya koşturur. Film, Güner’in akşam Salon Simge’de adaylığının açıklanacağı bu yoğun güne odaklanır. Halkın nabzını tutmak ve hem halkın hem de parti lideri olan “bir numara”nın desteğini almak için koşturan Kemal Güner, bu süreçte kendine bile yabancılaşmıştır. Bilinmek, tanınmak, iktidar olmak, kural koymak ve yönetmek adına taktığı maskenin kölesi haline gelmiştir. Bu durum bizlere, Hegel’in efendi-köle diyalektiğini anımsatır. Efendi, kendi hayatını, başkaları tarafından bilinmek uğruna tehlikeye atmış ve böylece gerçek yaşamının aksine yapay ve tinsel olmayan bir şeyi tercih etmiş kişidir⁵. Doktor Kemal’in içindeki bu güç istenci, onun başka bir insana dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Bu süreçte karşılaştığı insanlar da (parti liderleri, diğer yetkililer, hocalar, arkadaşlar, hastane çalışanları vs.) insan ruhundaki karanlık iktidar hırsının vücut bulmuş hâlleridir. Saygınlık ve para için “dindar” gibi görünen, insanlara bakan ama onları görmeyen, duyan ama işitmeyen, desteklermiş gibi görünüp ilk fırsatta kötüleyen ikiyüzlü bir sistemin profesyonel oyuncularıdır. Bu siyasi oyunda, Doktor Kemal de hem sadece kendi işi için muhatap olduğu eski eşine (Nazan Kesal), hem doktor kimliğini kullanarak verdiği vaatlerle halka, hem de her işi yaptırmasına rağmen en ufak bir gerginlikte “şoförsün sen!” diye sınıfsal bir tahakküm kurduğu şoförüne karşı maalesef aynı performansı gösterir.
Yönetmenin “melankolik komedi” olarak nitelendirdiği⁶ bu politik taşlama ve mizahı barındıran eklektik filmi, türünün muğlaklığı nedeniyle eleştirilse de, yönetmen yaşamda böyle acı-tatlı anlar bulunduğunu söyler. Bu nedenle film sadece mizah ya da sadece politik taşlamadan değil, ikisinin birbirine geçtiği melez bir anlatımdan yana olur. Tıpkı kendini önemli zanneden bir başkan adayının kalabalık bir asansörden inmek zorunda kaldığı an gibi… Filmde buna benzer trajikomik sahneler oldukça fazladır. İnsan yaşamında da buna benzer anlar yaşamıyor muyuz? Zaten yönetmenin tavrı da sadece siyasi konjonktürü değil, yaşamın kendisini kapsıyor. Kendi yaşamından beslenen yönetmenin sinemasal dili de bu nedenle oldukça sahici. Filmin gözlem gücü yüksek olduğu kadar kamera kullanımı da etkileyici. Rumen Yeni Dalga Sineması’nın günümüz örneklerinden biri olan Sieranevada’nın görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu ile çalışan Kesal, anlatısındaki doğallığa denk bir sinematografi yaratır. Özellikle bol figüranlı, düğün plan sekansında kamera kalabalığa karışır. Doktor Kemal ile birlikte birilerini aramaya, onunla terlemeye, onunla gerilmeye başlarız.
Kemal’in, saatler aktıkça içine girdiği kaos, bayrak üreten bir konfeksiyonda son bulur. Ancak öykünün çözüleceği ve son bulacağı bu mekân, işçi başı ve “kodamanlar” aracılığıyla toplumsal sınıf eleştirisini en iyi yansıtan sahnelerden biri oluverir. Sonuç olarak, her ne kadar izleyiciyle arasına mesafe koyan ─bu bilinçli bir tercih de olabilir─ ve derin olmadığı yönüyle eleştirilen film, oyunculuk performansları, doğallığı ve yüksek gözlem gücü ile en kurmaca filmin bile yaşamdan, politikadan bir şeyler barındırdığını hatırlatıyor. Üretken bir senarist/yazar olmasına karşın ilk kez yönetmen koltuğuna oturan bir yönetmenin heyecanı da tabii ki peşinden geliyor.