After Hours (1985): Amok Koşucusu
Ballhaus ve Scorsese’nin ortak çalışması filmin bütününe öyle bir etki yapıyor ki, sonunda neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. Filmin temposu ve estetiği bir an olsun kesinti yaşamıyor ve bütünlük hikâyeden önce burada kuruluyor. Film ise bilgi işletim teknikçisi Paul Hackett’ın, bir gece Henry Miller’ın Yengeç Döncencesi (Tropic of Cancer, 1934) romanını okurken tanıştığı Marcy’nin numarasını alması ve hızlı bir seks ihtimaliyle onu aramasıyla başlıyor. Buradan itibaren başlayan neredeyse her sekans, her çekim ikonik, çoğu yazarın Kafka-esk olarak yorumladıkları film, aynı zamanda Hitchcock’un yakın çekim aldatmacaları, muazzam bir yönetmenlik ve New York estetiği içerisinde yürümeye devam ediyor. Marcy ile tanıştığı kafede başlayan tuhaflıklar, Paul’un peşini ona giderken bindiği takside de bırakmamaya devam ediyor. Müthiş bir kurgunun ve agresif kameranın birleştiği bu sahnelerde, olağanın dışında hızla giden taksi, anahtara bağlanan kamera, Paul’un kaçtığı sahnelerde arkasından gelen el fenerleri filmin estetiğini oluşturuyor. Paul, Marcy ile konuşmaya başladığında Marcy’den soğumaya ve bu hızlı seks için çıkılan gecede, beklentilerinin artık karşılanamayacağını anlamaya başlıyor. Marcy’den bir şekilde kurtulan Paul, cebindeki 97 cent ile metro jetonu almaya çalıştığında, jetonların 1.5 dolara zamlandığını görüyor ve New York’daki bu yağmurlu gece daha uzayacağa benziyor. Yağmurdan kaçıp sığındığı barda, barmenden para istiyor ama ne hikmetse kasa tutukluk yapıp açılmıyor ve barmen kasanın anahtarının evinde olduğunu ancak mahallede birkaç haftadır devam eden soygunlardan dolayı ona güvenemeyeceğini söylüyor. Paul kendi evinin anahtarını barmene verip, barmenin evine gidiyor. Apartmandayken barmenin komşuları ondan şüpheleniyor, Paul onları defedip bara dönerken Marcy’nin ev arkadaşı Kiki’nin heykelinin çalındığını sanınca (film boyunca dolaşan hırsızlık çetesinin satın aldığı tek şey bu heykel) onu alıp Kiki’ye götürüyor Marcy’i uyurken görünce Tom’un anahtarlığındaki kuru kafanın Marcy’de dövmesi olduğunu fark ediyor ve girdap daha da derinleşiyor, döndüğünde ise Tom’un dükkanı bir süreliğine kapattığını görüyor, barın önünde bekleyen Gail onu evine davet ediyor. Gail’in evinde yaşanan garip anların arasında Gail, Paul’un bir portresini çiziyor. Bu portre sonrasında gelişen olayların ardından, Paul’u mahalledeki esrarengiz hırsız sanılması ve bu portreyle aranırken bir kaçışa sürüklenmesini izliyor. Paul, filmin sonunda kağıt heykellerden birine dönüşüp, ofisinin önünde Kafka-esk bir sona sürüklenirken film ofisin içinde herkesi yabancılaştıran bir sonla bitiyor.
70’lerde iflas edip şehrin yönetiminin bankalarının eline geçmesiyle başlayan kötü gidişin ve Scorsese’nin 70’lerde çektiği filmlerin dışında bu güvensizlik ve karmaşa ortamını birçok film bizlere gösterdi: Klute (1971), The Panic in Needle Park (1971), The French Connection (1971), Serpico (1973), Dog Day Afternoon (1975), Gloria (1980), Night Shift (1982) bu filmlerden sadece bazılarıydı. Bu dönem kendi içerisinde bir janra oluşturabilecek zenginlikte bir üretimin olduğu bir dönemdi: “Grimy and Sleazy New York”. Bu dönemin New York’u, karanlık gelecek tasvirlerini ortaya koyacak ‘cyberpunk’ ve ‘tech noir’ filmleirinin de temeli olacaktı; Ridley Scott’ın başyapıtı 1982 yapımı Blade Runner ise bu türün en büyük öncülü olarak ortaya çıktı. James Cameron’un, The Terminator (1984) filmi ile birlikte kültleşen tür büyük bir kitleye hitap etti ve sinema tarihini derinden etkiledi. After Hours ise, ilk dönem filmlerinin aksine, Scorsese’nin ‘noir’dan ve en derin olarak da 80’lerin ‘noir’ının fantastik fikirlerinden en çok etkilendiği bu dönemi anlatan filmi oluyor.
tek solukta biten filmlerden