Ana Sayfa Yakın Dönem Uzak Doğu Apichatpong Weerasethakul Sineması: Hayaletler, Göçebe Ruhlar, Önceki Hayatlar

Apichatpong Weerasethakul Sineması: Hayaletler, Göçebe Ruhlar, Önceki Hayatlar

Apichatpong Weerasethakul Sineması: Hayaletler, Göçebe Ruhlar, Önceki Hayatlar
0
Apichatpong Weerasethakul, ya da Tayland dışındaki kullanımları için bu uzun ve telaffuzu zor isminin yerine seçtiği oldukça kısa takma adıyla “Joe”, bağımsız sinema alanındaki ününü Tayland’ın sınırları dışına taşımayı başarmış bir yönetmen. Ancak sanatsal meşguliyetleri onu bir yönetmenden fazlası yapıyor. Weerasethakul, uzun metrajları, belgeselleri ve kısalarının yanı sıra sanat galerileri ve müzelerde sergilediği ‘videowork’leri, enstalasyonları ve performanslarıyla komple bir sanatçı portresi çiziyor. Bu sanatsal bakıştan zengin bir şekilde beslenen filmleri, mitolojik ögeler ve yoğun sembolizmlerle yüklü bir sinema diliyle ‘arthouse’ sinema denilen türün merkezinde konumlanıyor.

Weerasethakul filmleri, zaman zaman deneyselliğe de bürünen, konvansiyonlara aykırı biçimsel yapısıyla ilk bakışta kavraması güç eserler gibi görünse de aslında sıradan insanların oldukça sıradan anlarına, en gösterişsiz duygulara, bazense geçmişin anlık bir Proustyen anımsanmasına odaklanıyor. Öyle ki bu sıradanlık, Weerasethakul’un zaman zaman filmlerinde profesyonel oyuncu dahi olmayan, ‘sıradan’ insanlara rol vermesine kadar uzanıyor. Burada bir dipnot olarak, 2010 yılında düzenlenen Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye’yle dönen Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives [Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor] filminin ana karakteri olan Boonmee amcayı oynayan Thanapat Saisaymar’ın asıl mesleğinin kaynak ustası olduğunu, onun geçmişten gelen eşini canlandıran Natthakarn Aphaiwonk’un ise şarkıcılık yaptığını hatırlayalım. Bu mütevazı sinema tasavvuru, yönetmenin doğup büyüdüğü Tayland’ın yerel kültüründen, Budizm’in insanı kendisine döndüren minimalist çileci öğretisinden bir hayli besleniyor. Bu yüzden, insanın doğayla bütünleşikliğinin bir temsili olarak ormanlar, tekinsiz cangıllar filmlerinde hatırı sayılır bir yer kaplıyor. Diğer yanda, Tayland’ın işsizlik, göçmenler, askeri darbeler gibi yakıcı politik sorunları, didaktik olmayan bir tonda, karakterlerin hayatlarına işlenmiş birer detay olarak izleyiciye aktarılıyor.


Yönetmenin ilk uzun metrajı kabul edilen, docu-fiction (kurgu belgesel) formatında çektiği deneysel bir sinema örneği olan Mysterious Object at Noon (2000) filmi, senaryo çatısı olmadan yola çıkan, Tayland halkıyla mülakatlar yaparak onlardan bir hikâye uydurmalarını ve ortaya çıkan hikâyeyi kendilerinden bir şeyler katarak şekillendirmelerini isteyen bir film ekibinin yolculuğunu konu ediniyor. Martin Scorsese’nin World Cinema Project kapsamında restore ettirerek koruma altına aldığı bu deneysel filmde, Tayland’ın hastanelerinden pazarlarına, inançlarından kültürel-mitolojik rezervlerine kadar her türlü antropolojik gözleme rastlamak mümkün.

Weerasethakul, anlattığı hikâyelerde kendi hayatından izler taşıyan otobiyografik imgelere sık sık gönderme yapıyor. Doktor olan anne ve babasından mülhem, doktorlar ve hastaneler zaman zaman hikâyenin bir parçası, zaman zamansa bir mekânı olarak filmlerinde yer buluyor. Örneğin erken dönem filmlerinden biri olan Blissfully Yours (2002) göçmen bir erkeğin muayene edildiği bir hastane sahnesi ile açılıyor. 2006 yılında çektiği Syndromes and a Century filmi neredeyse tamamen hastanede geçiyor ve anne ve babasının tanışmadan önceki hikâyelerinden ilham alıyor. Benzer bir şekilde, Cemetery of Splendor (2015) filmi de konusu bakımından hastaneyi mesken tutan filmlerinden bir diğeri. Weerasethakul, Uncle Boonmee’de de oldukça kişisel bir hikâye anlattığını, buna rağmen filminin Cannes’dan büyük ödülle dönmesine ve seyircinin filmle tahmin ettiğinden daha yakın bir bağ kurmasına inanamadığını şaşkınlığını gizlemeden itiraf ediyor.

Sinema ve Reenkarnasyon

Yine de sinemasında yerelden taşan, onu duyguların evrenselliğiyle buluşturan büyüleyici bir yan var. Reha Erdem’in Altyazı’nın 100. sayısı için “Uncle Boonmee” filmi hakkında yazdığı, filmin en az kendisi kadar etkileyici olan yazısında altını çizdiği üzere Weerasethakul’un sinematografik yetkinliği filmlerinde “öte dünyadan gelenlerin bile rahatlıkla çerçevenin içinde yerini aldığı
”¹ bir imkân sunuyor. Hayaletler, vampirler, birbirlerinin ruhunda gezinenler, önceki hayatlarında insan olan hayvanlar ya da reenkarne varlıklar… Tüm bu spiritüel imgeler, ruhların bedenden bedene göç ettiğine inanılan Budist öğretiden temelleniyorsa da Weerasethakul sinemasında geçmişi anımsamanın, mekâna kaydedilmiş hafızanın, zamana yayılan değişimin ve yerel kültürün modernleşmeyle temasının izlerini sürmenin bir aracı olarak karşımıza çıkıyor. Reenkarnasyon ve sinema arasındaki paralelliğe ilişkin, sinema da tıpkı reenkarnasyon gibi der Weerasethakul, “insanın alternatif evrenler ve başka yaşamlar yaratmasına aracılık ediyor”². Bu anlamda karma döngüsü, hem yönetmenin yaşadığı toplumun bir gerçekliği hem de dünyevileştirilmiş bir sinematografik imge olarak Weerasethakul sinemasını zenginleştiriyor. Nitekim reenkarnasyon döngüsünü anımsatan bir göndermeyle, Tropical Malady (2004) ve Syndromes and a Century (2006) filmleri tam ortadan ikiye ayrılan bir zamansal kırılmaya sahne olur ve aynı karakterlerle başka hayatların yaşandığı neredeyse iki farklı film olarak devam eder.


Tropical Malady filmi, kırsal bir bölgede ceset bulan askerlerden biriyle (Keng) o bölgenin yerlilerinden bir başka erkeğin (Tong) aralarında başlayan romantik yakınlaşmanın en sıradan anlarını bir gey romansı türünde aktarırken filmin ikinci yarısı beklenmedik bir geçişle, tekinsiz bir cangılda insan ve hayvan bedenlerine bürünerek hüküm süren kaplana dönüşmüş bir şaman efsanesinin hikâyesine odaklanır. Burada silahını kuşanıp cangıla dalarak kaplanın peşine düşen asker yine Keng, Keng’e insan suretinde görünen şamanın yüzü ise bir önceki bölümde aralarındaki duygusal ilişkiye tanıklık ettiğimiz Tong’dan başkası değildir. Weerasethakul, sıradan, süregiden bir aşk anlatısını toplumsallığından sıyırarak; kuş seslerinin, arı vızıltılarının, yabani hayvan homurtularının ve ağaç hışırtılarının dur durak bilmediği bir cangılın içinde mitolojik bir hikâyeye yerleştirir ve reenkarnasyon yoluyla karakterlerin av ve avcı olarak yeniden konumlandığı en ilkel güç ihtiraslarına odaklanır. İki erkek arasındaki aşkın bir avcı ve kaplan bedenindeki bir şaman arasındaki ilişkide soyutlandığı bu film, 2004 Cannes Film Festivali’nde Tarantino’nun başkanlığındaki jüriden Jüri Büyük Ödülü’yle döndü.


Weerasethakul’un karakterleri, genellikle geçmişe takılı kalan, geçmişle hesaplaşmak isteyen ve geçmişin yükünü çeken kişilerdir. Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives filminde de reenkarnasyon, geçmişi anımsamanın canlı bir temsili olarak işlevselleşir. Ölümü bekleyen Boonmee amcanın evindeki akşam yemeğine 19 yıl önce kaybettiği eşinin hayaleti ve geçmişte kayıplara karışmış oğlu bir maymun bedeninde çıkagelir. Evinin etrafını çevreleyen cangılın içinde ise Boonmee amcanın gençliğinde öldürdüğü komünistlerin hayaletleri sıraya dizilmişlerdir. Hayaletler sofranın doğal konukları olarak Boonmee amcanın pişmanlıkları, özlemleri ve yüzleşmelerinin sesi olurlar, hafıza da ruhlar gibi bedenleşir. 2 yıl sonra çektiği Mekong Hotel (2012) filminde ise geçmişini günah çıkarırcasına nostaljik bir tınıyla hatırlayan kadın aslında başkalarının bedenini de ele geçirebilen bir vampirdir. Kızına, utandığım için insan olmadığımı söyleyemedim der; vampir olmaktan mı yoksa mülteci düşmanı olarak geçirdiği günlerden, milliyetçi öğretilerle yetiştiği ordudaki geçmişinden mi utanır, bilinmez.

Mekânın Hayaletleri

Taylandlı yönetmenin filmlerinde, geçmişi anımsamanın bir veçhesi olarak mekânların hafızası da irdelenen temalardan biridir. Boonmee amcanın müteveffa eşi Huay, filmde “hayaletler herhangi bir mekâna bağlanmazlar, sadece insanlara ve yaşama bağlanırlar” dese de Weerasethakul’un filmlerinde mekânların belleğine tutunan hayaletlere rast geliriz. Bu aynı zamanda Tayland’ın modernleşmeyle temas ettikçe değişen çehresinin izini sürmenin bir aracıdır. Reenkarnasyon fikri, aynı mekânda yaşanan şimdi ve sonrayı tasvir etmenin estetik bir yolu olarak karşımıza çıkar. Weerasethakul’un anne ve babasından esinlenerek yola çıktığı Syndromes and a Century filminin ilk bölümü kırsal bir bölgede görev yapan bir kadın doktorun hikâyesini ön plana alırken filmin ikinci yarısı, pastoral görüntülerin yerini modern sütunlara ve floresan ışıklarına bıraktığı modern bir hastanede çalışan bir erkek doktorun hayatına odaklanır. Arada 40 yıl gibi bir zaman dilimi bulunan bu ikinci kısım, ilk kısımdaki açılış sahnesinin birebir aynı diyaloglarıyla, bu kez kadın doktor yerine erkek doktorun yer aldığı, başka hayatların yaşandığı bir sahneyle açılır. Bu reenkarnasyon göndermesiyle hem zamanın ruhunu taşıyan sendromların dönüşümüne hem de arka planda Tayland’ın endüstriyel modernleşmesine tanıklık ederiz. Filmin iki bölümü de her yönüyle birbirinin simetrisinde konumlanır.


Geçmişin hayaletlerinin, şimdinin mekânlarına musallat olduğu bir başka hikâyenin anlatıldığı Cemetery of Splendor (2015) filminde, askerleri sürekli uyutan hastalığın, hastanenin altında mezarları bulunan ölü kralların savaşmak için askerlerin enerjisinden beslenen ruhlarından kaynaklandığı anlaşılır. İnsanların ruhlarıyla temasa geçerek onların geçmişlerini görebilen bir kadın, kralların şatafatlı dönemine bir yolculuğa çıkmak üzere hastanede uyuyan askerlerden birinin ruhunu kendi bedeninin içine alır. Bu sayede, genç askerin refakatçisiyle birlikte hastanenin bahçesinde, çağlar öncesinde saray olarak kullanılan eski yapının odalarını dolaşır gibi iz sürerler. Geçmişi görebilen kadının yardımıyla, yeşiller içindeki bahçede yürürken hayali eşiklerden atlarlar, olmayan kapıları açarlar; sanki krallara ev sahipliği yapan o heybetli saray hala oradaymış da bir kültür müzesine çevrilmiş gibi, olmayan odaları adım adım gezerler. Mistik bir ruh göçüyle hem filmin hikâyesi çözüme kavuşturulur hem de antik saraylardan modern hastanelere uzanan mekânsal yıkım ve inşanın röntgeni çekilir. Aynı zamanda, modernleşmeyi muştulayan bu mekânsal dönüşümün devamlılığı, hastanenin etrafında sürekli olarak çalışan iş makinelerinin yaptığı inşaatın zaman zaman çerçeveye dahil olmasıyla somutlaşır. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi mekânlar kimliklerini yitirse de mekânların belleği hep oradadır. Weerasethakul’un filmlerinde bu bellek, hayaletler ya da yer değiştiren ruhlardır.

Sansür ve Sonsöz

Weerasethakul, filmlerinde Tayland kültüründen beslenedursun, Tayland’ın otorite sahipleri ise onun filmlerinden hoşnut değildir. Weerasethakul sineması, filmlerinde yer verdiği alışılagelmedik keşiş profilleri, eşcinsel ilişkiler ve üniformalı askerler sebebiyle Tayland devletinin hep hedefindeydi. Sansür kurulu, Syndromes and a Century filminin ancak dört sahnesinin kesilmesi şartıyla gösterime sokulacağını deklare ettiği için Weerasethakul filmini ülkesinde izleyiciyle buluşturmaktan vazgeçmiş. 2014 yılında Tayland’da gerçekleşen askeri darbeden 1 yıl sonra çektiği Cemetery of Splendor filmini ise sansür mekanizmasının bir parçası olmamak adına ülkesinde göstermeyi en başından kendisi reddetmiş. Filmlerini bir süredir doğup büyüdüğü yerlerdeki insanlarla buluşturmakta güçlüklerle karşılaşan Weerasethakul, 2021 yılında bu kez uluslararası bir projeyle izleyicisinin karşısına çıkacak. Başrollerinde Tilda Swinton ve Zama (2017) filminden tanıdığımız Daniel Giménez Cacho gibi isimlerin yer aldığı Memoria filmi aynı zamanda yönetmenin İngilizce’de çekilen ilk filmi olacak. 2000’ler sonrasına damgasını vuran Doğu Asya sinemasının yükselişi de hesaba katıldığında Taylandlı yönetmenin yeni filmiyle uluslararası festivallerde nasıl bir ses getireceği şimdiden merak konusu.

¹ “Joe, Annem, Bunmi Dayım” (Reha Erdem, Altyazı 100. Özel Sayı)
²https://www.spiritualityandpractice.com/films/features/view/20854/qa-with-apichatpong-weerasethakul

Bir Cevap Yazın