Ana Sayfa Yakın Dönem Uzak Doğu Lav Diaz Sineması: Geçmişin İzinde

Lav Diaz Sineması: Geçmişin İzinde

Lav Diaz Sineması: Geçmişin İzinde
0
Genellikle uzun ve siyah-beyaz filmlerin yönetmeni olan Lavrente Indico Diaz, bilinen adıyla “Lav Diaz” Filipinlerin en kıymetli yönetmenlerinden biridir. 1958’in Aralık ayında doğan yönetmen, yapımcı oluşunun yanı sıra, editör, şair, yazar, besteci ve aktör olarak da çeşitli alanlarda çalışıp ilgilenmiştir. Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan yönetmen, filmlerinde genellikle kendi şiirlerini ve kendi müziklerini kullanır. Notre Dame Üniversitesi, Ekonomi diplomasının yanı sıra hukuk eğitimi de alan Diaz, Temmuz 2017’de Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi (Academy of Motion Picture Arts and Sciences)’ne davet edilmiştir.

Filipinler, uzun yıllar boyunca başta İspanya daha sonra Amerikan sömürgesi altında kalmıştır. Bir dönem de Japon işgali altında kalan ülke, 1917 yılında sömürüden ve işgalden kurtulur. Bu sefer de bir diktatörün kanlı ağına düşmüştür. Ferdinand Marcos, 1917-1989 yılları arasında Filipin halkını her türlü yolsuzlukla ve baskıyla yönetmiştir. Oldukça  zorluk yaşayan ve gittikçe daha da fakirleşen halk, diktatör Marcos’u devirse de toplumda epey zaman izleri kalacak yaralar bırakmıştır. Bu tarihi bilgiler yönetmeni anlamak adına oldukça önemlidir. Çünkü Lav Diaz da böylesi sert yönetimde yaşamış ve perdeli olarak da olsa filmlerinde hesaplaştığı ve eleştirdiği çoğunlukla Marcos ve izleri olmuştur. Diaz, o dönemde yaşayan ve işkence gören şairlerden, aydın insanlardan çok fazla esinlendiğini ve sanatçıların siyasal devrimde hayli önemli bir role sahip olduğunu ifade eder. Marcos’un bıraktığı derin yaralarda yeniden kendisini toparlamaya çalışan Filipinlerin izlerini, çabalarını ve tüm arka sokaklarını Diaz’ın kamerasında görmek mümkündür.


Japonların klasikleşen kesinlik algısının sadeliğini ve Rus edebiyatının oldukça imanlı olan varoluş sancılarını Filipin rüzgârı ile seyirciyle buluşturan Lav Diaz, ülkesinde sinema yapmasının tamamen sanatçı kimliği ile birlikte ona büyük bir görev verdiğini savunmaktadır. Sanatçı olarak yapması gerekenin ülkenin bütünlüğünü sağlayacak ve besleyecek şekilde ülke kültürünün desteklemesi gerektiğidir. Diaz’ın böylesi yaklaşımı yani sanat toplum içindir yaklaşımını Filipinlerin uzun yıllar boyunca çeşitli ülkeler tarafından yaşadığı acıları anlatmak isteğidir. Bu noktada Diaz’a göre sanatçının yükümlülüğünün; çok az kişi tarafından izlense dahi sanatçı egosundan kurtulup, halkın bakış açısını değiştirecek eserler verilmesidir.

Filmleri İle Birlikte Diaz

Her türlü toplumsal gelişimde sanatçıya büyük görev düştüğünü ileri süren Diaz’ın filmlerini kabaca ikiye ayırmak mümkündür. Denilebilir ki kendi özgün bakışını ve imzasını oluşturana kadar yani 2000’lere kadar çektiği filmler en vasat bulunan filmlerindendir. Sinema dünyasına 1998 yılında aksiyon türünde bir film ile giriş yapar Diaz;
Serafin Geronimo: The Criminal of Barrio Concepcion. Film serbest uyarlama olarak Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sından esinlenilerek yapılmıştır. Eserin, senaryosu da Diaz’a aittir. Film, bir gencin suç işleyişini ve bu günahtan kurtulmak için çektiği ruhsal sancıları anlatmaktadır. Gelecekte topluma ve sisteme yönelik tutacağı eleştiri merceğini, ilk uzun metrajlı olan bu filminde önce toplumdan kopmuş bireye tutmuştur. Bireyin yaşadığı ruhsal acıları da yer yer şiddetli görsellerle eş gösterip sunmuştur. Diaz’ın vasat filmi olarak görülmesinin sebebi hem çekim tekniğinin kötü oluşuna hem de kötü oyunculuklara yönelik yorumlar almasındandır. Bu kötü çekim durumunu da yönetmen özelinde kısıtlı imkânlara sahip olması açıklayıcı bir sebep olabilir. Diaz, bireye ve ruhsal dünyaya tuttuğu merceğini zamanla kendi “ölü zamanında” uzunca süre tutarak Filipinlerin en önemli yönetmeni olacaktır. Criminal ile beraber aynı zamanda bir grup gencin banka soygununu planlamasını ve olayların gelişimini anlatan iki film daha çeker Diaz. İlki; Burger Boys (1999)’tur. Dostoyevski’nin gölgesinin hemen hemen hiçbir filminden çekilmediği, hep bir yerlerde bir Dostoyevskiyan figürün yaşadığı filmlerinden biri olan Burger Boys’da Karamazov Kardeşler’in fazlasıyla düşüncesiz ve savrukça yaşayan Dimitri Fyodoroviç’inden izler görülmektedir. Burger Boys; kimi abartılı kostümlü sekanslar ve Amerikanvari bir yaklaşımın olduğu anlatış tarzı ile kötü dahi yorumlansa Diaz’ın sinema sanatı dünyasında kendisini bulmasına yardım eden eserlerdendir. Diğer bir eseri olan Naked Under the Moon ise özellikle müstehcenlik açısından önemlidir Diaz filmografisinde. Daha sonraki hiçbir filminde ticari kaygı güderek ne duygusal ne de görsel olarak pornografik içerikleri seçmemiştir. Hemen hemen her sinema izleyicisi tarafından bu ilk üç filmi kötü bulunmuştur. Fakat bu üç film de onun 2000’lerden sonra kendi yönetmen kimliğini bulabilmesi açısından oldukça önemli bir yere sahiptir.


Lav Diaz’ın en ses getiren ve ilk önemli filmi; 2001 yapımı Batang West Side’dır. 5 saat 15 dakika süren film, Diaz’ın sinemanın ölü zaman olarak adlandırılan boşluğuna kendisince ilk uzun yorumunu katmıştır. Zaman ve Diaz konusunda yazının sonunda değineceğim. Batang West Side, Diaz’ın sinemasındaki asıl derdinin en net anlaşıldığı filmidir. Film, kendi (Filipin) tarihe yönelik direkt bakışı içerir. Bu konuda kendisinin ifadesi şöyledir:

“Tarihimizi incelemek zorundayız – 300 yıldan fazladır İspanyol kolonizasyonu, yaklaşık olarak yüzyıllık Amerikan müdahalesi, dört yıllık Japon egemenliği, yirmi yılı aşkın süren Marcos terörizmi – tüm bu olanlar bizim kültürümüzü, ruhumuzu yok etti. Bunu sorgulamalıyız. Geriye bakmalıyız. İşte Batang West Side budur. Bu geçmişimizin, geleceğimizin bir sorgulaması – halk olarak, ulus olarak ne olduğumuzun kolektif bir tuvalidir.

Geçmişe bakmayı bu filmde, sembolik olarak Filipinli bir gencin ölümü üzerinden görülebilir.  Bir dedektif, Amerika’da bir sokakta başından vurulmuş ölü halde bulunan bir Filipinli gencin ölüm nedeninin üzerine düşer. Yani yönetmenin derdi, geçmişteki binlerce defa vurulan Filipin halkının izini sürmektir. Filmde de dedektifin amacı, ölü bulunun Filipinli genci izini sürmektir. 5 saat, ölü zaman denilen sinemasal zamanın içinde merceğini geçmişe doğru pür dikkat tutar Lav Diaz. Bu filmi ile beraber, tüm derdi olan geçmiş ile hesaplaşmak ve sorgulamak tavrı günümüze kadar hemen hemen tüm filmlerinde görülür. Filmde, her şey tam bir eğretileme sofrasıdır. Filipin geçmişi ile New Jersey sokağında ölü bulunan genç, filmdeki akrabalar, soruşturmayı yapan memura kadar her şey Diaz’ın muhteşem bir geçmiş izleğinin sorgusunu taşımaktadır. Filmin sonunda dedektif Mijarez’in şu repliği ise, bu durumu haklı çıkarmaktadır:
“Davayı daha çok araştırıp zorlarsam, çok fazla Filipinli öldürmüş olacağım”. Yani, Filipin’in geçmişi ile yüzleşmesi için öncelikli kabul etmesi gereken şey “hepimizin sorumlu olduğudur”. Diaz, gerek sömürge sürecinde gerek diktatör  yönetimi sürecinde, her şeyin bir noktada toplumun da suçu olduğunu bilmenin, yüzleşmenin ilk ereği olarak saymaktadır.

Ardından 2002 yılında Jesus, Revolutionary’de politik bir kaçağın dünyası ile hesaplaşmasında bulur izleyici kendisini. Üstelik bu sefer seçilen isim Dostoyevskiyan figürünün dünya-suçlusu inancından doğmuştur; Devrimci İsa. Bu filmde Lav Diaz, geçmişteki hatalarından hiçbir ders çıkarmayan toplumun geleceğinin nasıl şekilleneceğine yönelir. Diaz’ın sorgusu, geçmişi önüne alarak geleceğe yönelik olur bu sefer. Diaz’ın merceği toplumdan yavaş yavaş daha da özele doğru inerek, bireye yönelmeye başlamıştır.


2004’te büyük ses getiren Evolution of a Filipino Family filminde bir aileyi mercek altına alarak toplumun bireyi ile bireyin toplumu arasındaki farkı daha başarılı bir şekilde gözler önüne sermektedir. 10 saat 43 dakika sürer film. Hakikaten geçmişle hesaplaşmak için önce kendimize bakıp başımızı ondan sonra karşıya mı kaldırmamız gerekmektedir? Bir kişinin evrimi, bir ailenin evrimi ve böylece bir toplumun evrimi demek, ne derece doğrudur ya da ne kadar sorumluluk yüklemektedir kişiye, aileye ve topluma? Diaz’ın zor izlenen bir yönetmen denilmesine ön ayak olmuştur yaklaşık 11 saat süren Filipinli Bir Ailenin Evrimi filmi. Tarihsel ve belgesel görüntülerle beraber kendi içindeki zamanı sinemanın özellikleri ile birlikte oluşturan ve kendi zaman zeminini oluşturan filmde, Diaz eleştirmek istediği her şeyi konu edinmiştir. Sanatın ticarileşmesindeki o kaygan zemini, sınıf ayrımcılığını, geçmişin diktatör yapısının hâlen esen rüzgârını, askerin postal seslerini, geçmişin ve geleceğin ayrılmazlığını, sanatın gerçeklik ile imtihanını, yoksulluğun zaman geçse de değişmezliğini. Diaz, hesaplaşmasını sürdürürken, kamera kullanımını da hayli durağanlaştırarak sanki izleyiciyi istese de istemese de kendi zamanına çekmektedir. Müzik kullanımının fazlasından hayli kaçan yönetmen, sinemanın ölü zamanına can katmak adına kayıtta olmayı sürdürür.

Heremias: Book One – The Legend of the Lizard Princess 2006 yılı yapımı 9 saat süren film, bilinen yoldan ziyade, topluluğundan ayrılıp ormana dalan ve belirsiz bir geleceğe doğru öküz arabasını sürüyen Heremias’ın kendisini ve yaşamını bulurken yönetmen yine merceğini Filipin toplumunu da kapsayacak şekilde tutar. Toplumun ahlaki duvarının inceliğini, sağlamlığını yahut uzunluğunu tartarak bir nevi çöküşünü gösterir. Ahlaki çöküş ile kültürel kökenin zayıflıyor oluşuna da ayna tutan yönetmen, karakterin mantığının dışında sürekli yüreğinin sesini dinleyerek kaderini çizdiğini de izleyici ile paylaşır. Heremias (Jeremiah’ın benzer versiyonudur bu isim ve anlamı karamsar kimse olarak bilinir ayrıca İncil’de geçen peygamber isimlerinden Yeremya’da karakterin isim babası olarak ruhsal perspektif açısından da okumlanabilir) Lav Diaz’ın ve Dostoyevskiyan karakterinin bir başka formudur. Filmde karakter, öküzü ve küçük bir tüccar grubu ile bir yerden bir yere gezerek el sanatları ürünlerinin satışını yapan seyyar-tüccardır. Fakat bir gün kendi yoluna gitmek istediğini söyler ve grubundan ayrılır. Grubundan ayrılmazdan evvel Heremias yemekten ve içmekten kesilir. Bu küçük gibi gözükse de karakterin ruhsal gelişimi için çok önemlidir çünkü adeta keşiş gibi dünyevi arzudan uzaklaşmaya başlamıştır. Yola düşen Heremias’ın en yakın dostu hayvanıdır. Fakat kendisini adadığı bu yolda dostunu kaybeder. Dünyevi sorununu çözmek için polise giden Heremias, beklediği adaleti göremeyeceğini anlar ve öküzünün çalındığı kasabada sıradan yaşamın aslında nasıl acılarla dolu olduğuna yönelik olaylara şahit olur. Kasabadan bir genç kıza tecavüz planları yapan arkası sağlam insanların oğullarının konuşmalarını duyar. Buna engel olmak adına başta polise gider fakat hiç kimse zengin olan o kişilerle başlarının belaya girmesini göze alamaz. Ardından kiliseye rahibe giden Heremias orada da bu yeryüzünde olması gereken adaletin sağlanamayacağına yürekten inanır. Çünkü rahip kıza sadece dua etmekle yetinir. Gitgide daha da karamsar ve umutsuz olan Heremias Tanrı ile bir pazarlık yapmak ister. İşte karakterin bu yaklaşımı Dostoyevski’nin Prens Mişkin’inin ya da Alyoşa’sının bu dünyadaki tüm acılara karşı sanki kendi suçluymuş gibi hissetmesi ile birebir aynıdır. Heremias, kendi içerisinde gitgide daldığı insanlığın karanlık tarafında insanlığı kurtarmak adına adeta simgesel olarak yaşamını kurban etmek ister. Yolu ise; dünyada oruç tutarak sadece dolaşmaktır. Diaz, izleyiciyi artık geçmiş ile hesaplaşmasını yapan karakterlerini toplumdan ayırmadan ele almaya devam eder.


Heremias’ın dolaşması süredururken, 2007 yılında yeni filmi yayınlanır; Death in the Land of the Encantos’tur. 9 saat süren film, bu sefer izleyiciyi bir şairin geçmişi ve şimdisi ile kurmaya çalıştığı bağa şahit eder. Uzun bir süreden sonra kendi kasabasına dönen şair Benjamin Agusan, seyirciyi ilk önce, filmin çekildiği yerde bir dönem yaşanan doğal afetin yıkıcılığı ile tanıştırır. Durian tayfunu olarak da bilinen, doğal afet, birçok ailenin hayatını mahvedip, kasabayı neredeyse yerle bir etmiştir. Aynı diktatör Marcos’un şair ve yazarlara yaptığı gibi. Belgesel gerçeklik ile paralel giden kurgusal hikâyede; filmin bir kısmında belgesel dokümanlarla hem kasabanın afet sonrası haline hem de anarşist harekete katılan şair, yazar, heykeltıraş olan arkadaşlarının diktatör  Marcos tarafından yaşadığı sıkıntıları ve işkenceleri tarihi gerçekliklerle iç içe sunuyor. Diaz, hala Marcos ve dikta yönetim ile hesaplaşıyor ve en güçlü ordusunu her zamanki gibi sanatçılardan yana kullanıyor. Film, yönetmenin “travmatik üçlemenin” ilki olarak kabul ediliyor.

“Travmatik üçlemenin” ikinci filmi olarak bilinen Melancholia (2008) 65. Uluslararası Venedik Festivali’nde oldukça dikkat çeker. Film 7 saat 30 dakika sürmektedir ve üç bölüme ayrılmıştır. Filmdeki karakterlerde üç farklı kişinin yaşamını yansıtmaktadır; biri şehrin yoksulları için çabalayan bir rahibe, izbe sokaklarda fahişelik yapmaya çalışan bir kadın ve diğeri de kadınlarla özel olarak görüşmeler ve şovlar ayarlayan bir adamdır. Karakterlerin ortak özellikleri filmin adından anlaşılacağı üzere hepsinin oldukça kederli, büyük kayıplar yaşayarak özlem duygusu içinde olmalarıdır. Diaz, toplumun geçmişte yaşadığı büyük kayıpları ve acıları bireysel yelpazede ele almıştır. Yani tarih ile yüzleşmek adına merceğini gittikçe daha da daraltmıştır. Hem sömürge hem de diktatör yönetim zamanında ortadan kaybolan yüz binlerce Filipinlilerin yasını bu filmde de tutmaya devam ettiğini karakterlerinin yaşamları aracılığıyla izleyiciye aktarmaktadır. Bu üç karakter, geçmişte yaşadıkları acıları hafifletmek ve dahi unutmak için ilginç bir terapi yöntemi seçerler. Geçmişin elinden sıkı sıkıya tutan ve bırakmaya niyeti olmayan yönetmen, toplumsal acıya toplumsal çerçeveden bakmaktan da yavaş yavaş uzaklaşmaktadır.


2009 yılında çektiği Butterflies Have No Memories (Kelebeklerin Hafızası Yoktur) filmi ise, sadece 41 dakika süren bir yapımdır. Diaz filmografisine göre hayli kısa olan filmde şimdiye kadarki filmlerinden farklı olarak başka bir şey daha vardır. Kanada’dan doğum yeri olan Filipinler’e dönen Martha oradaki hatıralarını taze tutmak için sürekli fotoğraflar çeker ve kendi ailesi gibi çok yakın gördüğü maden işçisi Mang Fedring’in yanına gelir. Halkın fakir ve kötü şartlarda yaşamasının sorumluluğunu yönetmen şimdiye kadar, hep yaşanan makûs siyasi ve sosyolojik tarihten kaynaklandığını izleyiciye aktarmıştı ve böylece işçi sınıfının ve göreceli olarak eylemci örgütlerin eylemlerini destekler nitelikteydi. Fakat bu filmde tamamen başka bir bakış açısı görülmektedir. Karakter Mang Fedring’in maden ocağının kapanmasını ve işsiz kalmalarının sebebini örgüt eylemlerine ve kiliseye bağlamaktadır. Maden dışında da toprak ile ilgilenmek istemeyen halk, daha sefil olmaya başlamıştır. Mang Fedring, maden ocağının açılması için Martha’yı kaçırma planı yapar. Üç arkadaş, Moriones maskelerini takarlar ve Martha’yı izlemeye koyulurlar. Fakat çalışmak ve hayatı biraz olsun düzelmek adına başka da bir şey yapmayı düşünmezler. 

Sinematografik açıdan oldukça güçlü görüntülere sahip olan Florentina Hubaldo, CTE 2012 yılında çekilen 6 küsur saat süren bir filmdir. Filipinlerin, fakir yaşamlarının verdiği acı dolu hikâyelerin içinde belki de en ağırlarından biridir Florentina. Babası tarafından fuhuş yapmaya zorlanan genç kadının yaşadığı travmalardan dolayı beyninde ağır bir hastalık oluşur; CTE yani “kronik travmatik ensefalopati”dir hastalığı. Nörolojik bir tür hastalık olan bu durumu, yönetmen, Filipinleri Florentina ile simgeleştirerek yaratır. Ülke çok ağır travmatik sömürge ve diktatör yönetimi süreci geçirmiştir. Bu durumda halkta ağır hastalıklar ve yaralar bırakmıştır. Florentina da babası yüzünden başta insan olarak daha özelde kadın olarak çok aşağılayıcı durumlara düşmüştür. Sürekli kafaya darbe alınabilecek olan sert spor dünyasında yaygın olarak görülen bu hastalığa yakalanması onun ne denli şiddet içerikli ilişkilerde bulunmak zorunda olduğunun da göstergesidir. Çok çeşitli çıkarımlara açık olan film, aynı zamanda “travmatik üçlemesinin” son filmidir ve Diaz hala geçmiş ile hesabını sürdürmeye devam etmektedir.

Yönetmenin en önemli filmlerinden olan; Norte, the End of History (2013) birçok festivalde ödüllere aday olup, en ses getiren filmlerden olmuştur. 4 saat 10 dakika süren filmde, Dostoyevskiyan karakterlerin hayli serpiştirildiği görülmektedir. Suç ve Ceza’nın oldukça serbest bir uyarlaması olarak yorumlanır. İzleyiciyi karşılayan ilk sahnelerde olduğu gibi yine bir geçmişle hesaplaşma, şimdi ile tartışma filmidir. Kendi yüzyılına çok da  kök salamayan hukuk eğitimi alan gençler kapitalizm, cep telefonu, Machiavelli, suç, postmodernizm gibi bilumum kavramı, durumu ve şeyi uzun uzadıya tartışırlar. İzleyici suçun zaten işlenecek oluşuna yavaş yavaş yaklaşıp suçun işlenip, sonrasında yaşananlara şahit olur. Uzun felsefi ve tarihsel tartışmalarla dolu politik bir filmdir. Adaletsizlik ve eşitsizlik durumunun, iki kadının iki zıt kutuplarda oluşu da simgesel bir anlatımıdır; bu kadınlardan biri para-anası olarak da isimlenebilen Magda’dır. İnsanları kendisine borçlu hale getirip onlar üzerinden daha çok para kazanır, diğeri de Magda’ya çalışan iki çocuğu ve bir engelli eşi olan Eliza’dır. Magda, köle gibi çalışan Eliza ve Eliza gibi olanları resmen sömürmektedir. Oldukça dramatik bir öyküye hatta yan öykülere sahip olan filmin en güçlü yanı duygu yüklü olan bu travmatik olayları aktarırken duygusal pornografi hatasına düşmeden tertemiz şekilde ekrana yansıtmış olmasıdır. Filmde, hayatı özellikle şimdi ve geçmiş açısından sürekli sorgulayan hukuk öğrencesi Fabian, sürekli borçlu olduğu Magda’yı bir gece öldürür. Fakat cinayet suçu, bir gün önce borcu için yardım istemeye giden Eliza’nın sakat eşine kalır. Olayın akışı Lav Diaz’ın kendisine has anlatım tarzı ve görüntüleri ile izleyiciyi kendisine çeker.


From What is Before 2014 yılında çekilen 5 saat 38 dakika süren film en Filipin ruhunu taşıyan film olarak yorumlanmaktadır. 2014 yılı Uluslararası Locarno Film Festivali’nde en iyi film kategorisinde “Altın Leopar” ödüllünü kazanmıştır. Filmde, diktatör  Marcos sıkıyönetim ilan eder ve zaten yüzyıllarca sömürü altında harap olan Filipin halkını artık daha başka bir zorluk beklemektedir. Fakat sıkıyönetim öncesi kasabada ilginç bir şekilde garip ve sebebi bilinmeyen hayvan ölümleri, ormanların derinlerinden gelen kadın çığlıkları ve birden fazla evlerin yanması gibi esrarengiz olaylar olmaktadır. Lav Diaz izleyicisine şunu düşündürtür; acaba, gelecek olan zor günlerin habercisi midir bu esrarengiz olaylar? Marcos’un sıkıyönetiminin etkisini sürekli filmlerine konu edinen yönetmenin bu filmi diğer konu ile aynı olan filmlerinden (Evolution of a Filipino Family ve Batang West Side) farklı olarak sıkıyönetim öncesini konu edinir. Filmde ağır engelli Joselina’nın birtakım iyileştiren mistik güçleri vardır ve kız kardeşi Itang geçimlerini sağlamak için onu acı veren bu seansları yapmaya zorlamaktadır. Film politik eleştiri yönü ile beraber Hristiyan dini adamlarının yerli halka nasıl baskıcı ve geleneksel kültürlerinden vazgeçmeleri adına zorlayıcı olduğunu göstermektedir. Lav Diaz, asker postalları her yeri sarmazdan evvel de ciddi sorunlar yaşayan halkın, geleneksel değerlerinin nasıl kuruduğunun izini sürüyor. Hatta filmde özellikle Şamanik ve Malay kültürünün ürünü olan çeşitli ritüellerini gösteriyor. Henüz unutulmuş olan bu geleneksel yöntemlerin nasıl unutulduğunu yani geleneksel bozulmanın sonunun başlangıcını izleyiciye aktarıyor. Geleneksel kültürün acıyı ve aşkı yaşama şekli modern dünyanın düzeninde hayli farklı olabiliyor. Modern dünyada bir anne çocuğunu kaybettiğinde ardından şarkı söylemesi dünya üzerinde çoğu topluma deli saçması gelebilir. Fakat arkaik kültürden çıkagelen kimi ritüellerce bu durum doğal olandır. İşte bu film, asker postallarının bıraktığı çamur izinden ziyade postallardan da evvel Filipin kültürünün uğradığı sağır edici değişimin seslerini yansıtıyor.

A Lullaby to the Sorrowful Mystery  2016 yılında çektiği 8 saat 5 dakika süren klasik bir Lav Diaz filmidir. Film bu sefer 1896 yılındaki sömürü altındaki Filipinlerini gösteriyor. Film; “Filipin Devriminin Babası” olarak tanınan Andres Bonifacio Castro onun ve yoldaşlarının mezarlarını aramak ile geçer. Bu filmin ana sorusu ve sorunudur. Film, milliyetçi bir yazarın idamı ile başlar. Şiddetli görüntülerden mümkün mertebe kaçan Diaz, şiddeti göstermeden izleyiciye hissettirir. Bu hemen hemen tüm filmlerinde böyledir ve onun sinemasının güçlü ve iyi oluşunun en temel özelliklerinden biridir. Burada da devrimci gençlerin, sömürüden kurtulmak için çabalarını gösterirken, farklı farklı birçok karakter üzerinden tarihsel, politik ve metafizik konularına değinir. Bu alanların tartışılmasının Filipin toplumsal gerçeği ve kültürü ile Diaz’ın ormanında uzun planlar içerisinde yoğrulduğunu görürüz. Filmin 8 saatlik perdesinin ilk yarısı hemen hemen oldukça sessiz geçer; belki de sebebi 300 yıl boyunca İspanya sömürgesi altında kalan halkının sesinin kısılmış olduğunu en güçlü şekilde anlatmak içindir. Siyah beyaz olan filmde, sinematografik anlatımlar diyaloglardan çoğunlukla daha güçlü imgelerle doludur. Diaz, travmatik üçlüsünden bu yana kendisine has bir anlatım tarzını o kadar sağlam ve özgün şekilde dile getirmiştir ki etkilendiği yönetmenleri dahi kendi hamurunda yoğurup yeni bir şekil ortaya çıkardığı görülmektedir. Kimi filmlerinde diyaloglardan ziyade daha içe doğru açılan görüntü ile derdini anlatmayı daha çok sever Diaz. Bu filmde ise, sanatın politik değişimin bir aracı olarak değerinin ne olduğunun ve devrim için sanatın bireysel mi yoksa toplumsal mı etkisinin tartışıldığı kısımda şöyle bir replik vardır: “Dünyanın ruhu için en çok sanata ihtiyaç vardır.” Gerçekten de devrimci bir düşüncenin verebileceği bir cevaptır. Filmin sonunda Diaz bize kasten şu bilgiyi verir; devrimci Bonfiacio’nun ve yoldaşlarının yeri bulunmaz, sebebi belki de yönetmene göre Filipinlerin hâlâ kendi ruhunu arama arayışında olmalarındandır. Kendisi röportajlarında bu yönlü ifadeler kullanmaktadır.


The Woman Who Left 2016  yılı yapımı 3 saat 48 dakika süren filmidir. Yani Lav Diaz’ın “orta metraj” sayılabilecek filmlerinden biridir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Dostoyevskiyan ve dahi Rus edebiyatı karakterlerinin ve kimi zaman edebi eserlerin etkisi fazlasıyla vardır. Giden Kadın ise, direkt Tolstoy’un Tanrı Gerçeği Bilir Ama Geç Söyler öyküsünün hemen hemen birebir uyarlamasıdır. Horacia işlemediği bir suç yüzünden 30 yıldır hapis yatmaktadır. Tam bir Tolstoyvari, İvan Aksionov tarzı kaderine razı olur ve bulunduğu durumu kabul ederek, hapishanedeki insanlara yardımcı olur. Onlara okuma-yazma öğretir. Bir süre sonra, kendisinin işlemediği suçu gerçek suçlu itiraf edince, serbest bırakılır. Uzunca zaman hapishanede olan kadın, kaybettiği ailesini aramaya, yani geçmişinin bir yerlerinden tutunmaya çalışır. Fakat kendisinin geride bıraktığı Filipinler ile şimdiki Filipinler arasındaki uçurum farkı görünce dehşete düşer. Onu şaşırtan, dünyanın fiziki değişimi değil, insanlığın ahlaken değişimidir. Buradan da anlaşılacağı üzere, yönetmen 1998 yılında çekmeye başladığı filmlerdeki derdini; geçmiş ile bugünün bağını kurabilmek istencini, karakterleri yani böylece bireyi ve iç dünyalarını olayın daha da merkezine koyarak incelemektedir. Toplumsal değişimde sadece toplumun etkili rolünden ziyade bireyin de rolünü esas almaktadır. Değişen dünyanın insanı nasıl bazen kötü yönde değiştirebildiğini ise Horacia üzerinden okunabilir. Hapishanedeyken sakin olan ruhunu, dışarı çıkınca unuttuğu intikamını hatırlamasıyla kötü yanına satmış olur. Horacia’nın yanında diğer önemli bir karakter, transseksüel olan Hollanda’dır. Toplumun, kendi kurallarının dışında yürümeye çalışan insanların nasıl dışlandığını, yok sayıldığını filmin ana konusu ile örgensel bağlantıda aktarılmaktadır. İki karakter de toplumun genelinin tanımak ve bilmek istemediği karakterlerdir. Üstelik kendi ahlaki şirazesi tamamıyla kaymış olan bir toplumun bu ayrımı, karakterleri çeşitli olayların akışı ile şok edip, birbirlerine daha da sahip çıkmalarına yol açar. Birçok soruna eleştirel gözle bakan Diaz’ın intikam dramı 2016 Venedik Film Festivali’nde ise “Altın Aslan” ödülünü kazanır.

2018 yılı yapımı 3 saat 54 dakika süren Season of the Devil diğerlerinden farklı olarak müzikal türünde filmdir. Genelde çoğu röportajında filmlerinin kırsal ve kentsel arasında sentez oluşturması gerektiğini söyleyen Diaz, kendisini “hem kırsal hem de kentsel” biri olarak tanımlıyor ve bu filminde, kentten kırsala gelen bir doktorun, dikta yapının sertliğini görerek hayli şaşırıp ve bir gün ardında iz bırakmadan kaybolmasını konu alıyor. Böylesi gizemli kayboluşun ardından öğretmen ve devrimci şair olan kocası Hugo ise onu bulmak için karısının izine düşüyor. Hugo köye geldiğinde halkın acımasızca yönetildiğini görüyor. Filipinlerin çok karmaşık ve karanlık zamanında geçen film gerçek olaylara dayanmaktadır. Bu acı aşk hikâyesinin, demokrasi ile gelen bir adamın ortalığı kana ve kayba bulaması ile yönetirken halkının ruhunu zedeleyen bir miras bırakmıştır. Diaz, geçmişte kaybolan mutluluğu, bir filminde kadın, bir filminde umut, bir filminde herhangi bir eşya olarak simgeleştiriyor. Bir şeyler aramakta olan yönetmen, halkının da çok az kişi izlese dahi geçmişini arayarak geleceklerini şekillendirmeleri gerektiğini savunuyor.
 
The Halt  2019 yılı yapımı olan film 4 saat 33 dakika süren distopik bir dünya  ile karşımıza çıkan filmidir Lav Diaz’ın. Geçmişin karanlığını aydınlatmak için onca film çeken Diaz, bu sefer konu bakımından yöntemini değiştiriyor ve gelecekteki Güney Asya’nın güneşsiz kalışını siyah beyaz görüntü ile ekrana aktarıyor. Filmde, Güney Asya’da güneş en son 2031’de görülmüştür ve son 3 yıldır doğmamaktadır. Zamanın gecede durduğu Filipinlerde, volkanik patlamaların güneşi karartmasının yanı sıra oldukça zalim, aldığı kararlar ile dengesiz biri ve tüm diktatörler gibi Tanrı’nın sanki reenkarnasyon olmuş hâli gibi davranan biri ülkeyi yönetmektedir. Bilim kurgu denilebilecek türde olan filmde, sadece adaletsiz ve acımasız siyasetin dünya insanlığının gelişimi açısından verdiği zararlardan ziyade, insan soyunun çevreyi de ne denli hırpaladığını göstermektedir. Bizler, bugünü daha iyi yaşamak için çoğu zaman geleceği karartabilecek tercihlerde bulunabiliyoruz. Diaz’ın bu filmle, Filipinlere tuttuğu eleştirel aynasını insan soyuna da yansıttığı görülebilir. Ölümcül bir silah ile insanları Nagasaki’nin yıl dönümünde tasfiye edeceğine inanan kaçık diktatör ile Asya’nın tuhaf mizahi karakterleri ile dolu bir filmdir. Geçmişi geleceğin karanlığı ile eleştiren Diaz, aynı filmdeki karakter gibi insanlığın yavaş yavaş kör olmaya başladığını savunur. Filmde, dikta  rejimin destekçileri ise; çok kötü bir çevrede büyüyen ve kana susamış olan bir kadın, hafızayı kurtarma konusunda iyi olan cadı bir rock şarkıcısı ile rejime anlamsız şekilde karşı çıkan bir grup dindar ile fahişeleri gösteriyor. O kadar saçma bir o kadar da şimdiye benzeyen bir evren yaratmıştır ki Diaz, kadınlar kadınlarla uyurken, erkekler erkeklerle uyur, gökte sürekli garip garip cisimler uçar ve sürekli toplumu kayıt altına alıp izler. Çevre felaketlerine maruz kalanları göstererek distopik bir imlemeyle insanlığı eleştiren Diaz, bugüne kadar eleştirdiği politik geçmişi en basit şekilde ifade ettiği filmdir. Fakat Diaz’ı kendi güzel kırsalından, sessizliğinden (ki bu filmin ilk yarısında diyaloglar fazladır) ve sıradan hayatın sıradan karelerinden farklı olarak görünce onun iyi bir yönetmen oluşunun sebebi daha iyi anlaşılıyor. Sanki Diaz’ın özü; kırsal dünyadan, musonlardan, ormanlardan ibarettir.


Toparlayacak olursak, Lav Diaz önce bireyi toplumdan ayırıp sonra toplumu bireyden ayırıp merkezine almış daha sonra toplum ile bireyi ayırmadan birbiri içinde merkezine alıp eleştirmiş, incelemiştir. Tüm bunları yaparken, tarihsel yaşanmışlığın politik izlerini sürmekten geri kalmamıştır.
 
Ölü Zamanlar ve Diaz’ın Ölü Zamanlar’ı

Diaz’ın ülkesinin bağımsızlık uğruna verdiği sancılı süreçler, onun kamerasını tutuşuna da yansımaktadır. Filipinlerin Béla Tarr’ı olarak da betimlenen Diaz en zor izlenen yönetmenlerinden biridir. Yönetmenin zorluğu ise, sinemanın en önemli unsuru olan
zaman kavramını alışılmışın dışında oldukça uzun kullanmasındadır.  Pudovkin’in ifadesine göre yönetmen gerçek zaman için anlatacağı konuyu, uzatarak, keserek birleştirerek ‘filmsel zaman’a evirir (Pudovkin, 92). Aynı zamanda omuzda çekim olarak nitelediği ve kimilerince “yavaş sinema” olarak da bilinen tekniğin kuramsal kurucusu olan Pudovkin 1930’lardan bugünkü zaman kullanımının temelini oluşturur. Hatta Lav Diaz ve Béla Tarr’ın kamerayı omuzlarına almaları ile ortaya daha da farklı bir anlayış çıkmıştır: “yavaş sinema”.

“Ölü zamanlar “ (fr. temp morts) kavramı meşhur film eleştirmeni András Bálint Kovács’ın ifadesine göre şu anlama gelmektedir: “uzun çekimlerin kullanılması, olay örgüsünün çok yavaş gelişmesi ve hiçbir şeyin olmadığı, Antonioni’nin deyişiyle aksiyonu önceleyen ve izleyen zamanın olduğu sahnelerin sunumudur” (Kovács, 136). Kavram Yeni-Gerçekçi’lerin sinemadaki devamlılık anlayışından ortaya çıkmıştır ve en meşhur temsilcileri; Michelangelo Antonioni (genelde ilk filmleri), Miklós Jancsó, Theodoros Angelopoulos, Marguerite Duras, Philippe Garrel, Chantel Ackerman, Wim Wenders, Jan Schmidt, Tarkovsky ve Tarr gibi kıymetli yönetmenlerdir.

Diaz de anlatısındaki tercihini çoğunlukla  “ölü zamanlar”dan yana kullanır. Bu sebeple kendisinin sineması ‘yavaş sinema’ diye de anılmaktadır. Fakat Lav Diaz yaptığı röportajlarında sinemayı, yavaş hızlı olarak ayırmanın anlamsız olduğunu ifade eder. Çünkü ona göre “sinema sinemadır”. Uzun ya da kısa, yavaş ya da hızlı. Diaz, ‘filmsel zaman’ı alışılmışın dışında oldukça uzun kullanarak ölü zamanı bu kadar çok tercih etmesi, onun anlatmak istediği konunun ruhuna zaman aracı ile daha da girerek pekiştirmek istemesiyle alakalı olabilir. Böylelikle göstermek istediğini zamanda yayarak ve gizleyerek kendisine has bir tarz oluşturdu Lav Diaz. Bir nevi anlatmak istediği gizliyor gibi ve izleyicinin bunu bulabilmesi çoğu şeyi ayıklaması gerekiyordur. Onun sinemasını salt zaman üzerinden dahi konuşmak mümkündür. Mümkün mertebe, anlatacağı olayı, ‘gerçek zaman’a yaklaştımaya çalışan Diaz, bu noktada izlenmesi zor eserler ortaya çıkarır. Filmlerinin süresi 4 ila 10 saat arasındadır. Ona göre bu, gerçek ve sadece sinemadır. Diaz’ın, bunu yapmaktaki nihai amacı, kişinin bir nesneye ne kadar uzun süre bakarsa yavaşça o nesne ile kurduğu bağın daha gerçeğe yönelik olacağına inancından kaynaklanır şeklinde yorum yapmak yerinde olacaktır. İzleyici, yedi saat boyunca, ruhsal bir çöküşte olan karakteri izlerken gerçekten de onunla özdeşleşip bir olup, yönetmenin gerçeğini yakalayabilir. Tabii bu durumun büyük bir dezavantajı da vardır; seyir edecek izleyicinin ne kadar sabırlı olabileceği gerçeği.

Diaz zamanı, anlatmak istediği tarihsel yükümlülüğün en önemli aracı olarak kullanır. Örneğin, çok uzun olan her filminde karakterler bir süre gizli kalır. Karakterlerin gerçek doğalarını fark etmemiz biraz zaman alır. Aynı hayatın sunduğu değişimler gibi yavaş akar. Bu da uzunca filmlerinde en rahat ekrana aktardığı durumdur. Diaz’ı izlemek hayli zor fakat belki de gerçekten anlatımı çok zor olana yöneldiği için yöntemi de zordur. Netice de insanın acı dolu geçmişi ile gözlerini kırpmadan yüzleşmesi hiç de kolay değildir.

Bir sekansı uzun uzadıya göstermesinden, yönetmenin derdinin sadece çok fazla izleyici çekip ticari kaygı gütmediğini anlamak mümkündür. Peki ya o kadar saat olan film nasıl izlenecektir? Diaz, bu sorular karşısında beş kişi dahi izlese ve o kişilerde değişim olabilecekse yeterlidir diyor. Uzun dakikalar boyunca sazlıklardan süzülen sandalı izlerken izleyicinin sıkılıp ana konudan uzaklaşıp konunun merkezini kaçırması da böylesi filmlerin en büyük riskidir. Elbette bu kadar uzun filmlerin görsel şova dönüşebilme gibi bir tehlikesi de her daim vardır. Bu durumda, filmi kötü film olmaktan kurtaracak yegâne şey yönetmenin ayarladığı kadraj ile zamanı anlatmak istediği konusunun dışına taşırmadan nihayete erdirebilmesidir. 
 
KAYNAKÇA

* Sinemanın Temel İlkeleri Vsevolod I. Pudovkin – 1966 Bilgi Yay.
* Modernizmi Seyretmek András Bálint Kovács – 2010 De Ki Yay.
 
Bazı Röportajlar

Sedef Açıkgöz 'Germanistik deryasında Tarkovski karakteri gibi elimde mum ile 'Işık'ın peşindeyim'

Bir Cevap Yazın