Ana Sayfa Yönetmen Sineması The Wolf of Wall Street (2013): Beyaz Yakalı Gangsterler

The Wolf of Wall Street (2013): Beyaz Yakalı Gangsterler

The Wolf of Wall Street (2013): Beyaz Yakalı Gangsterler 9.5
0
Martin Scorsese, şüphesiz ki sadece günümüzün yaşayan yönetmenleri arasında değil, dünya sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük, en kariyerli yönetmenlerinden bir tanesi. Sahip olduğu sinema dehası, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ile birleşince ilerleyen yaşına rağmen üretmeye ve sinema tarihine unutulmayacak eserler bırakmaya devam ediyor. Bu eserler arasında yakın tarihte en fazla ses getiren ve takdir toplayan işlerinden birisi 2013 yapımı The Wolf of Wall Street (Para Avcısı) oldu. Filmin yapıldığı 2013 yılında 71 yaşında olan yönetmenin, ilerleyen yaşına rağmen bu kadar enerjik ve dinamik bir işe imza atması, onun her daim çağa ayak uyduracak ve yaşlanmayacak bir deha olduğunu kanıtlar nitelikte bir başarıydı.

Yönetmenin alışık olduğumuz suç temalı filmlerine yeni bir soluk getiren The Wolf of Wall Street; bizleri bu kez siyah paltolu gangsterlerin karanlık dünyasına değil, beyaz yakalı borsacıların ışıltılı dünyasına götürüyor. Jordan Ross Belfort’un 2008 yılında yayımlanan otobiyografi kitabı The Wolf of Wall Street’ten uyarlanan film, Belfort’un borsa dünyasına girişine, işlediği suçlara, özel hayatına, yükselişine ve çöküşüne odaklanıyor.

Filmin başrolünde, Scorsese’nin Robert De Niro’dan sonraki yeni prensi Leonardo DiCaprio yer alıyor. Gangs of New York (2002), The Aviator (2004), The Departed (2006) ve Shutter Island (2010) filmlerinin ardından ikilinin birlikte çalıştıkları beşinci film olan The Wolf of Wall Street’in kadrosunda Jonah Hill, Margot Robbie, Matthew McConaughey’in yanı sıra filmin hikâyesinin esas kahramanı Jordan Belfort da kısa bir rol alıyor.


Jordan Belfort, 80’li yılların sonunda komisyoncu olarak girdiği borsa dünyasının açıklarını kısa zamanda keşfederek “Stratton Oakmont” adlı dönemin ünlü yatırım şirketini kurar. Öncelikle küçük çaplı yatırımlar üzerinden işleri yürüten Belfort, sonrasında gözünü ABD’nin %1’lik kesimini oluşturan büyük zenginlere diker ve vitesi yükseltir. 90’ların başına gelindiğinde milyonlarca dolarlık gelirlere ulaşan şirketiyle Wall Street’e kafa tutacak bir konumdadır. Stratton Oakmont şirketi, 1996 yılında faaliyetlerine tamamen son verdiği güne kadar sayısız insanı dolandırmış ve büyük sansasyon yaratmıştır.

Film, sinema tarihinin en büyük başyapıtlarından biri olarak kabul edilen Citizen Kane’i anımsatan açılış sahnesiyle başlar. Tıpkı orada Kane’in başarı ve hayat öyküsünü bir anlatıcı ses yoluyla vermeyi tercih eden Orson Welles gibi, Scorsese de filmini aynı yöntemle açar. Hemen akabinde bu ses, anlatıcı rolünü Leonardo DiCaprio’nun canlandırdığı ana karakterimiz Jordan Belfort’a bırakır. Bizzat Jordan’ın ağzından yaptığı işi ve sahip olduğu devasa zenginliği dinlerken, eş zamanlı olarak onun ışıltılı hayatından kesitler görürüz. Filmin başında seyirciye aşağıdaki sözlerle seslenen Jordan’ın tüm motivasyonunu anlamış oluruz:

“Tanrının yarattığı tüm uyuşturucuların içinde açık ara bir favorim var. Görüyor musun? – o sırada kokain çekiyor – Bu b*k seni yenilmez kılar. Dünyayı fethedebilir ve düşmanlarının bağırsaklarını çıkarabilirsin. Bundan bahsetmiyorum. – kameraya elindeki parayı göstererek – Bundan bahsediyorum. Para size sadece daha iyi bir yaşam, daha iyi bir yiyecek, daha iyi bir araba satın almaz. Aynı zamanda sizi daha iyi bir insan yapar.” 


Paranın günümüz dünyasındaki etkisini inkâr etmek mümkün değildir. Tıpkı Jordan’ın da anlatmak istediği gibi; eğer paranız varsa sadece güce değil, iyiliğe de sahip olursunuz. Peki nedir bu iyilik? Dinî bir topluluğa, ibadethaneye ya da bir yardım kuruluşuna bağışta bulunursunuz. Tercihinize göre belli siyasi oluşumlara destek verirsiniz. Paranızı kullanarak insanları inançları, vicdanları ya da ideolojileri üzerinden manipüle edip, toplum tarafından size atfedilen “iyi insan” etiketi altında yaşamınızı sürdürürsünüz. Geri kalan hiçbir şeyin önemi yoktur. Özel hayatınızda nasıl biri olduğunuz, sahip olduklarınızı hangi yollarla kazandığınız önemsiz birer detaydır sadece. Artık siz gazetelerde, dergilerde boy boy fotoğrafları olan, söyleşiler, röportajlar veren, toplum tarafından saygı gören iyi bir insansınızdır.

Jordan Belfort, bu güç ve iyilik yolculuğunda Wall Street’e ilk adımını L.F. Rotschild adlı şirkette atar. Burada komisyoncu olarak işe başlayan Jordan, Matthew McConaughey’in canlandırdığı Mark Hanna karakteri ile karşılaşır. Scorsese’nin daha önceki filmlerinden alışkın olduğumuz türden bir ilişki bu iki karakter arasında inşa edilir. Goodfellas (1990) filminde Ray Liotta ve De Niro’nun canlandırdıkları, Casino (1995) ve son olarak The Irishman (2019) filmlerinde de De Niro ile Joe Pesci’nin canlandırdıkları karakterler arasındaki kurulan formül, The Wolf of Wall Street’te de bu iki karakter aracılığıyla kurulur. Fakat Scorsese, bu üç filmden farklı olarak ana karakteri tarafından örnek alınan yan karakterine çok kısa bir rol biçmeyi tercih ediyor. İkilinin karşılıklı yemek yedikleri sahnede, filmin en ikonik ve unutulmaz sahnelerinden birine imza atan yönetmen, tüm ilişkiyi burada kurmayı tercih ediyor ve şirketin kapanışının ardından Mark Hanna karakterine veda ediyor. Fakat bu karakterin izleri film boyunca Jordan’ın tüm değişimlerinde hissedilecek, yemek sahnesinde Hanna’nın verdiği öğütler ışığında Jordan Belfort’un Mark Hanna’ya dönüşümüne tanık olacağız.

1987 borsa kazasının ardından L.F. Rotschild şirketinin çöküşüyle işsiz kalan Jordan, kendine yeni yollar aramaya başlar. İşe başladığı daha ufak çaplı bir şirkette kısa yoldan zenginliğin formülünü keşfeden Jordan, bu yöntemi kendi şirketinde uygulamak için bir restoranda tanıştığı yeni dostu Donnie Azoff ile “Stratton Oakmont” şirketini kurar. Kısa sürede ekibini genişletmeyi ve şirketini büyütmeyi başaran Jordan için para oluk oluk akmaya başlamıştır. Mark Hanna’nın verdiği öğütlere yaraşır bir şekilde iş dışındaki hayatını “uyuşturucu” ve “kadınlar” ekseninde yaşamaya başlayan Jordan, birlikte olduğu fedakar eşi Teresa’yı (Cristin Milioti) terk ederek, büyük bir partide tanıştığı Naomi (Margot Robbie) ile evlenir. Bu evlilikten iki çocuğu olan Jordan asla bir aile babası olmayı ve bu evliliğini de korumayı başaramayacaktır.


Jordan Belfort, Wall Street’in en zengin patronlarından biri hâline gelmesiyle durduramadığı kibri, engel olamadığı şehvet ve bağımlılıklarının kurbanı olur. Birlikte olduğu kadınlar, kullandığı uyuşturucular, her hafta kasasına giren milyonlarca dolarlık banknotlar onu öyle bir hâle getirmiştir ki, durması gerektiği yeri bilememiş, çekilmesi gereken yerde çekilmemiştir. “Yosun tabakasından daha alçaksın.” diye aşağılanarak girdiği Wall Street’te öyle bir konuma gelmiştir ki, kendi şirketini “Biz Amerika’yız!” diye nitelendirecek kadar kibirle dolmuştur. Jordan, FBI ajanları ile görüştüğü sahnede ülkeyi inşa eden kişilerin (itfaiyeci, öğretmen, FBI ajanları) hayatlarını idame ettirmekte zorlanırken, Wall Street’te herkesin hak ettiği parayı kazandığını söyler. Jordan’ın lüks yatında geçen bu sahnede, onun sahip olduklarıyla karşısındaki devlet yetkililerini nasıl ezdiğini görürüz. Öyle ki, “Bir yıllık maaşınız” diye alay ederek elindeki bir deste parayı etrafa saçacak kadar ileri gider. Jordan, attığı her adım ve aldığı her kararla, günden güne katlanan servetiyle aynı oranda yaklaşan çöküşünü de hızlandırmaya başlar.

Scorsese, işlemeyi o çok sevdiği yükseliş ve çöküş hikâyelerine The Wolf of Wall Street ile yeni bir perspektif katarak filmografisinin en tempolu, en dinamik ve en genç işine imza atmayı başarıyor. Jordan Belfort’un hikâyesi aracılığıyla, toplum tarafından sırf zenginliğinden ötürü “saygın” ve “iyi” insanlar olarak nitelendirilen o kişilerin iç dünyalarına, özel yaşantılarına ve karanlık yönlerine ışık tutarak, alışık olduğumuz gangster figürünün dışına çıkıp, kendi yenilikçi üslubuyla tasvir ettiği bambaşka bir gangster tipine şahit olmamızı sağlıyor. Diğer suç filmlerinin aksine kanlı şiddet sahnelerinden uzakta; alkol, uyuşturucu, cinsellik ve eğlenceyle bezenmiş sahnelerine yaslanarak, bambaşka bir suç filmi gösterisine imza atıyor.

Sonuç olarak The Wolf of Wall Street, Scorsese’nin yaşlılık döneminde çektiği en genç filmi olarak;  ışıltılı atmosferi, başarılı oyunculukları, uzun süresini bir an olsun hissettirmeyen kusursuz ritmi, unutulmaz sahneleri, suç ve komedi türlerinin gerçek bir hikâye ışığında başarıyla harmanlanışı ve içinde barındırdığı tüm ögelerle Scorsese filmografisinin en dikkat çeken, en görkemli işlerinden bir tanesi olmayı başarmış durumda. 

Puanlama

9.5

9.5
Kullanıcı Oyu: ( 1 oy ) 9.2

Mete Can Topgüloğlu 1996 yılında İstanbul'da doğdum. Hâlihazırda bu şehirde Sinema ve Televizyon bölümünde lisans eğitimime devam etmekteyim. Sinema en büyük tutkum ve bu tutkuyu sadece izleyerek değil, okuyarak ve yazarak da yaşamayı seviyorum.

Bir Cevap Yazın