Ana Sayfa Bir Kadın Bir Auteur Yeşim Ustaoğlu Sineması: Yollar, Anlar, İtirazlar

Yeşim Ustaoğlu Sineması: Yollar, Anlar, İtirazlar

Yeşim Ustaoğlu Sineması: Yollar, Anlar, İtirazlar
0
90’lı yılların Türkiye’sinde, kendi dilini ve tarzını oluşturan bağımsız sinemacılardan biridir Yeşim Ustaoğlu. Aynı kuşakta yer alan Ceylan, Demirkubuz ya da Zaim gibi yönetmenlerle birlikte Ustaoğlu, Türk sinemasında önemli değişimlere imza atar. İlk uzun metrajlı filmi İz (1994)’den, son filmi Tereddüt (2016)’e kadar birçok ödülle taçlandırılan filmografisi, içinde yaşadığımız toplumun bir alegorisi niteliğindedir. Yönetmen Türk sinemasının en üretken ve önemli kadın yönetmenlerinden biri olmasının yanı sıra, değindiği etnik, kültürel ve ekonomik konularla çok boyutlu bir perspektif sunar.

1960’da Kars’ın Sarıkamış ilçesinde doğan yönetmen, mimarlık eğitiminin ardından yaptığı sahne sanatları çalışmalarıyla sinemayla olan bağını kurarak, birçok kısa filmle sektöre giriş yapar. Fakat aslında yolunu sinemaya çevirmesinin ardında, Bergman’ın Tystnaden (Sessizlik, 1963) filmini izlemesi yatar. Kendi deyimiyle, “filmin atmosferinin yarattığı güç”, Ustaoğlu’nu sinema konusunda cesaretlendirecektir.

Senaryosunu Tayfun Pirselimoğlu’nun kaleme aldığı psikolojik-gerilim türünde bir polisiye olan ilk filmi İz (1994), yönetmenin sonraki filmlerinden daha ayrıksı bir yapıya sahiptir. 90’ların her şeyin karmaşık ve hızlı yaşandığı, “arada kalmış” Türkiye’sinin bir kesiti olarak çekilen film, emekliliği yaklaşan komiser Kemal’in, intihar vakasının peşine düşmesini konu alır. Henüz sinema kariyerinin başında olan yönetmen, bu filmiyle birçok ülkede gösterim şansı yakalar ve 14. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Film kategorisinde ödül kazanır.


Ustaoğlu’nun bir auteur yönetmen olarak anılması, 1999’da çektiği
Güneşe Yolculuk filmiyle başlar. Filmde Doğulu Barzan ile Egeli Mehmet’in İstanbul’da başlayan dostlukları üzerinden 90’lı yılların Türkiye’sinin bir resmi çizilir adeta. Kayıp bir cenaze, kayıp aile ve sular altında kalmış, kayıp bir şehir… İnsanın doğduğu coğrafyanın, onun nasıl kaderi olabileceğini anlatan film, insanların birbirini sahip olduğu kimlikler üzerinden tanımasını da tartışır. Bu filmle birlikte polis şiddeti, toplumsal baskı, ötekileştirme, kent-kır ayrımı ve arada kalanlar Ustaoğlu’nun diğer filmlerine de sıçrayacak ortak temalar haline gelir.

2003 yılına geldiğimizde ise yönetmen, Bulutları Beklerken filmi ile Karadeniz’de yaşayan Eleni adında yaşlı bir kadın ile tarihsel gerçeklikleri hatırlatır izleyicisine. Bu defa karşımızda iç hesaplaşmaların ve iç yolculuğun ekseninde Eleni’nin hikâyesi vardır. Karadeniz’in çetin doğasını yansıtan fotoğraf gibi kareleri ve etkileyici müzikleri dışında, yabancı/yerli çatışmasını başarıyla yansıtması Ustaoğlu’na ulusal ve uluslararası birçok ödül kazandırır.


Kendimizi dinleyebildiğimiz ya da kavga ettiğimiz yerler olan doğaya, aslında daha sade ve ‘ben’i daha çok hissedeceğimiz mekânlara dönüştürür onun sineması. 2008 yılında çektiği Pandora’nın Kutusu filminde birbirinden kopuk üç kardeşi, yaşlı bir anne etrafında toplarken, yaptırdığı uzun yolculukla karakterleri birbiriyle yüzleştirir. Tabi bu yüzleşme aynı zamanda izleyicinin kendi içinde de gerçekleşir. Ailenin en yaşlı üyesinin, en genç üyesiyle olan bağıyla, iletişimsizliğin hüküm sürdüğü modern dünyada, iletişimin köklerimizde yani kendi geleneğimizde, ait olduğumuz yerde bulunduğunun altını çizer. Kameranın oldukça doğal kullanımı, gerçekçi bir mizansen yaratımı ve doğal oyunculuklar, Ustaoğlu’nun filmlerinde, hikâyenin evrenselliğine katkı sağlar.

Yönetmen yıllar geçtikçe kendi içsel yolculuğunda da dönüşümler yaşar ve insanın önemsiz bir anı olarak hatırladığı, günlük yaşamında çok umursamadan bakıp geçtiği anlarla yüzleşir. Araf (2012) filmi de bu anlardan bir tanesidir. İki genç adamın iş makinesine merakla baktığı sahneyle açılan film, başkalarının hiç bakmadan geçeceği bir andır aslında. Kentle kasaba arasında kalan yerlerde büyüyen gençler, başka dünyaları ve başka hayalleriyle “araftadırlar” bir bakıma. Bu araf, yaşadıkları yerden, içine doğdukları ailelerine kadar uzanır. Otobanda bir benzin istasyonunda çalışan 18 yaşındaki Zehra, onun çalışma arkadaşı Olgun ve filmde bilinmedik yerlerden gelerek yine muğlaklığa doğru giden bir kamyon şoförü üçgeninde, “sıkışıp kalmak” anlatılır. Filmin genel atmosferi karanlık ve soğuk, kameranın odak noktası ise yönetmen için ayrı bir önemi olan ‘bakışlar’dır.


Kürt meselesi, içsel yolculuklar, modernleşme, varoluş, büyüme ve daha birçok farklı temada karakterlerin ruhsal durumu çok önemlidir Ustaoğlu’na göre. Çünkü karakter, aynı zamanda birçok farklı insanın, kendinden bir şeyler bulabileceği bir öyküdür aslında. Son filmi Tereddüt (2016)’te iki farklı kadını ortak bir temayla bir araya getiren yönetmen, bu farklılıkların altında aynı zeminden beslendiğimize dikkat çeker. Farklı sosyo-ekonomik ve kültürel koşullara sahip Şehnaz ve Elmas’ı hasta ve psikiyatrist ilişkisi içinde yine bir hesaplaşmaya tabi tutar. Bu noktada hasta ve doktor ilişkisi tersine dönerek, hikâye bir ayna işlevi görür. Fakat özellikle bu filmin sonuyla birlikte Ustaoğlu sinemasında sık sık eleştirilen bir mesele tekrar tartışılmaya başlar: Kadınların, bir erkek aracılığıyla ve onun korumasında özgürleşmesi meselesi.


Yalnızca görsel imge oluşturmaktan ziyade, o imgenin ardındaki anlamı yaratmanın zorluğu olarak tanımladığı sinema, yönetmenin her filmle bir şeyler öğrendiği bir yol olmaya devam eder. Resim, fotoğraf, bakmak, görmek, yazmak ve hem kendinden hem de toplumun her kesimine temas eden filmler yaratmak Ustaoğlu’nu ve sinemasını tanımlayan anahtar kelimelerdir. Bize de filmlerini izlerken bu kelimeleri düşünmek ve tartışmak kalır.

Bir Cevap Yazın