Ana Sayfa Bir Kadın Bir Auteur Jane Campion Sineması: Feminizmi Çok Boyutlu Değerlendiren Bir Kadın

Jane Campion Sineması: Feminizmi Çok Boyutlu Değerlendiren Bir Kadın

Jane Campion Sineması: Feminizmi Çok Boyutlu Değerlendiren Bir Kadın
0
Yeni Zelandalı Jane Campion az ama öz filmleri sayesinde sinema dünyasına kattıklarıyla kayda değer bir yönetmen. Tüm filmlerinde ana karakterler her zaman kadın olmuştur. Kadınların hikâyesini anlatmayı seven, cinsiyetlerin tabularını kıracak cinsten senaryolar yazan bir auteur ile karşı karşıyayız. 2009 yılında vizyona giren son filmi Bright Star‘dan bu yana yaklaşık 10 senedir film yapmaya ara veren kadın yönetmen nihayet gelecek projesinin adını ‘The Power of the Dog’ olarak duyurdu.

Campion bana kalırsa filmleriyle beraber sığ bir feminist bakış açısı sunmaktansa derinlikli kadın karakterleriyle feminizmin de yeniden yorumlanıp düşünülmesine neden olan filmler yapıyor. Özellikle kadın erkek eşitliğini olumlayarak aslında sadece kadınların erkekler gibi yapabileceği iş gücü becerilerden ziyade onlar gibi afallayabileceği çoğu durumu da kadın özelinden izleyiciye aktarmaktan çekinmiyor. Söz gelimi en popüler filmi olarak karşımıza çıkan The Piano (1993) filminde ana karakter Ada, taciz edildiği gibi kendisi de erkek taciz edebiliyor. Bu noktada ‘namuslu’ kadın ile ‘doğasında aldatmak olan’ erkek kalıpları bir bir yıkılıyor ve derinliği hat safhada bir hikâye şöleni karşımıza çıkıyor. Kadın/erkek eşitliğine yönelik bu çok boyutlu bakış The Piano’yu benim gözümde çok değerli bir film olarak kılıyor. İnsanların rasyonel canlılar olmadığı argümanı aslında yeni bir şey değil. Ancak Campion sıklıkla filmlerinde esir olunan tutkuları görsel ve işitsel aracılarla karşımıza çıkarıyor ve hiçbir insani eylemin tam anlamıyla rasyonel olamayacağını anlatmaya çalışıyor. Kendisi, insan hayati tercihler yaparken dahi daha mantıklı seçeneklerin farkında bile olsa, bazı durumlarda kalbine söz geçiremeyeceğinden gem vuruyor.


Bir diğer yandan bakarsak Jane Campion sineması oldukça sanat içinde sanatın işlendiği bir sinema. The Piano filminde bir piyanistin hayat hikâyesi anlatılırken onun piyanoya duyduğu tutku eşliğinde müzik sanatının da doruklarda yaşatıldığı bir deneyim yaşıyoruz. Diğer yandan Bright Star filminde şair John Keats’in hayat hikâyesi anlatılırken şiire sıklıkla yer veriliyor ve bir başka sanat sinema sanatı içinde hayat buluyor. Tutku Esirleri (2003) filmindeyse baş karakter bir edebiyat öğretmeni ve romanlara verdiği önem filmde oldukça belirleyici.

‘Drama Queen’ sıfatı kullanabileceğimiz bir yönetmenle karşı karşıyayız. Mutlu sonlar karşımıza çıkmıyor. Aslını isterseniz mutlu son ne zaman olmuş ki? Onun için mutlu ya da mutsuz olunan anlar var sadece. Birkaç günlük belki de saatlik hisler etrafında genellemeler yapmak Campion’a göre hiç değil. Karakterler dertlerinden bir nebze olsun kurtulduklarında geleceğe dair umut beslediklerinde, yeni bir adım atma noktasında hevesli olduklarında bir an olsun huzurlu olabiliyorlarsa tüm bu anlardan oluşan sonlar düz ve inandırıcı olmayan bir mutlu sona göre daha tatmin edici değil mi?


Kendisi belli ki dönem filmleri çekmeyi çok seviyor, eskiye duyulan özlemi hat safhada. The Piano, Bright Star ve Bir Kadının Portresi (1996) gibi filmlerinde bu durumu gözlemleyebiliyoruz. Filmlerinin karakterleri hangi dönemin karakterleri olursa olsun tutkularını doyasıya yaşamak için tercihlerini ve hayallerini bu yünde kuruyor. Campion için temas bir duygunun hat safhada yaşanması için gerekli. Karakterler sevdikleri her şeyin tabiri caizse zevkini dokunarak çıkarıyor, bu sırada yakın plan çekimleriyle hissedilenler oldukça etkili bir şekilde seyirciye geçiyor.

Bir Cevap Yazın