Ana Sayfa Yönetmen Sineması The King of Comedy (1982): Seyircinin Hayrına Tek Gecelik Krallık

The King of Comedy (1982): Seyircinin Hayrına Tek Gecelik Krallık

The King of Comedy (1982): Seyircinin Hayrına Tek Gecelik Krallık 8.0
0

2019’un en çok tartışılan filmi Joker’e ilham vermesiyle yeniden gündeme gelen The King of Comedy, Martin Scorsese’nin görkemli filmografisinde hak ettiği değeri göremeyen saklı hazinelerden biri. Yönetmenin Robert de Niro ile ortaklığının ürünlerinden biri olan film, başarılı bir komedyen olmaktan başka hayat gayesi bulunmayan takıntılı bir adamın bu amaca ulaşabilmek için yaptıklarını anlatıyor.

Rupert Pupkin idolü Jerry Langford gibi ünlü bir stand-up komedyeni olmak için her şeyi göze almaya hazırdır. Onunla tanışıp programına konuk olma isteğini dile getirmesine rağmen bu talebi reddedilen Pupkin, hayalini gerçekleştirebilmek adına Langford’un sapığı Masha ile güçlerini birleştirerek radikal yöntemlere başvurmaya karar verecektir.

The King of Comedy’nin senaryosu Rupert Pupkin’in filmin sonundaki monoloğu sırasında yaptığı gerçeklik payı oldukça yüksek tek cümlelik bir şaka ile özetlenebilir: ‘’Jerry beni programa çıkarmadı, ben de buraya gelebilmek için onu kaçırdım.’’ Scorsese’nin görünürde klasik tarzının oldukça dışına çıkarak kara mizah aracılığıyla medya eleştirisi yaptığı film aslında Taxi Driver’ın uysal fakat inatçı küçük kardeşi gibidir. İki filmde de toplumdan soyutlanmış hayalperest adamların detaylı karakter incelemesi yapılırken, bu karakterleri yaratan toplumsal yapıya dair gözlemler de eleştirel bir dille görselleştirilir. Vietnam gazisi Travis Bickle’ın travma sonrası stres bozukluğu kaynaklı davranışları Richard Nixon tarafından skandalize edilmiş 1970ler Amerikasındaki sosyal krize ayna olurken, narsist Rupert Pupkin ise kendisi de bir aktör ve televizyon yıldızı olan Ronald Reagan’ın başkanlığında açgözlülüğün onyılı olarak adlandırılan 1980lerdeki materyalist ve tüketim bağımlısı Amerikan toplumunun bir temsili gibidir. Bilgi aktarımı anlamındaki iletişim kablolu televizyon şirketlerinin reklam stratejisine, sinema salonları ise büyük bütçeli macera filmlerinin işgaliyle gerçeklikten kaçılan eğlence merkezlerine dönüşürken var oluşunu medyadaki görünürlüğüne endeksleyen yeni bir insan türünün ortaya çıkışı da kaçınılmaz olacaktır. Bu yeni düzenin bir parçası olabilmek için hiçbir engele aldırış etmeden her yolu deneyen Pupkin, idolüne dönüşebilmek uğruna onu kaçıracak kadar ileri gider. Fakat filmin bu noktasında gerçekleşen adam kaçırma eylemini, talebinin yerine getirilmesi için işlediği basit bir suç olmaktan ziyade Pupkin’in büyük gösterisinin en cüretkar parçası olarak değerlendirmek daha doğru olur. Pupkin yalnızca hazırladığı monolog ile değil, etrafındaki hiç kimsenin reaksiyonlarına aldırış etmeyen küstahlığıyla da seyirciyi etkilemeyi planlar ve başarıya ulaşır.


Martin Scorsese’nin bu filmdeki yönetmenliği dikkatle incelendiğinde, Pupkin’in repliklerine ve davranışlarına çevresi tarafından verilmesi gereken tepkilerin genellikle kadraj dışı kaldığını görürüz. Böylece filmin kurgusu Pupkin’in narsisistik tavırlarıyla uyumlu bir şekilde seyirciyi karakterin cüretiyle baş başa bırakırken hayranlıkla karışık bir rahatsızlığa yol açar. Amacına ulaşarak programa çıkan Pupkin’in beş dakikalık monoloğu filmin başından beri kendisinde bulunduğunu iddia ettiği komedi yeteneğiyle karşılaştığımız ilk andır. Bizim de ‘’87 milyon Amerikalı’’ ile beraber televizyon ekranından izlediğimiz bu gösteri, karakterin davranışlarını ve psikolojik durumunu bilinçli bir şekilde çocukluk travmalarına bağladığı manipülatif bir performanstır. Öyle ki filmin çeşitli sahnelerinde annesiyle konuştuğuna şahit olduğumuz Pupkin bu monologta onun dokuz yıldır ölü olduğunu iddia eder. Scorsese, kendi annesine seslendirttiği fakat görüntüsüne kasıtlı olarak yer vermediği bu gizemli karakteri filmdeki diğer birçok element gibi fantezi ile gerçeği iç içe geçirerek birbirlerinden ayırt edilemez hale getirmek için kullanır. Jerry Lewis’in kendisini oynayarak canlandırdığı Jerry Langford ile birlikte Tony Randall ya da Ed Herlihy gibi televizyon dünyasından ünlü isimlerin yaptığı cameolar da bu ayırt edilemezliğin farklı bir düzlemde tesis edilmesine hizmet etmektedir. Hatta Martin Scorsese aynı amaç doğrultusunda filmdeki şov programının yönetmeni olarak kendisine kısa bir rol bile yazmıştır.

The King of Comedy, finaliyle Rupert Pupkin’i gerçekten de ünlü bir komedyene dönüşerek hayallerine kavuşmuş bir adam olarak gösterirken Travis Bickle’ın kahramanlaştığı finali anımsatarak bir kez daha Taxi Driver ile paralellik kurar. İki filmin finalinin de gerçek mi hayal mi olduğu tartışmaya açıkken, The King of Comedy’nin bu son ile farklı bir anlam kazanan muhteşem kurgusu çoğunlukla Scorsese’nin başyapıtı olarak nitelendirilen Taxi Driver’ı bile gölgede bırakmaktadır. Çünkü film boyunca Pupkin’in hayallerinden ibaret olduğuna inandığımız birçok sahne bu final sayesinde kronolojik kurgu ihlal edilerek erken gösterilmiş gerçekliklere tekabül etme imkanına kavuşur. Örneğin Jerry Langford’un Pupkin’den altı haftalığına şovunu devralmasını istediği hayal, filmin finaliyle yaratılan alternatif gerçeklikte artık gayet mümkündür. Bu yüzden Rupert Pupkin’in başarısını Andy Warhol’un meşhur on beş dakikalık şöhret ifadesine nazire yaparcasına tek gecelik bir krallıkla sınırlamak veya postmodern bir Cinderella hikayesi olarak değerlendirip balkabağına dönüştürmeden Pupkin’e sonsuza dek sürecek bir mutluluk biçmek tamamen seyircinin inisiyatifindedir. Buradan yola çıkarak söylemek gerekirse The King of Comedy bir iletişim aracı olan medyanın kendisine değil, onu bir gladyatör arenasına dönüştürerek hangi sanatçının görünürlüğünü sürdüreceğine ve dolayısıyla hayatta kalacağına karar veren seyirciye yönelik harika bir Martin Scorsese hicvidir.

Puanlama

8.0

8.0
Kullanıcı Oyu: ( 4 oylar ) 9.7

Ziya Aydı 1993, Bursa doğumlu. Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu. Lisansüstü eğitimine Belçika’da devam ediyor. Film izliyor, düşünüyor, eleştiriyor, arada bir de şiir yazıyor.

Bir Cevap Yazın