Ana Sayfa Dosyalar En'ler 2018’in En İyi 25 Filmi

2018’in En İyi 25 Filmi

2018’in En İyi 25 Filmi
0
Yeni bir yıla girmenin heyecanını yaşarken bir yandan da geride bıraktığımız seneyi kişisel listeler ile uğurluyoruz. birdunyafilm ekibi bu sene aramıza yeni katılan arkadaşlar ile genişledi ve 16 yazarın katılımı ile zengin bir liste oluştu. 

Herkese mutlu yıllar dilerken 2019’un hepimiz için sinema ve sanat ile dolu geçmesini temenni ediyoruz.

Not: Filmlerin isimlerine tıklayarak sitemizdeki eleştirilerine ulaşabilirsiniz.

25. Ready Player One


Steven Spielberg
,  son zamanlarda çektiği The BFG’yi saymaz isek Bridge of Spies, Lincoln ve War Horse ile yenilikçi tavrından uzaklaşıp bazı tarihi dönemlere kamerası çevirmeye başlamıştı. Jurassic Park, Jaws, Artificial Intelligence: AI filmleriyle sinemaya yeni bir bakış açısı ve farklı bir göz kazandıran yönetmen için yaratıcılığı tükeniyor ifadesi ortaya atılmaya başlandı. Ready Player One ile bütün ifadeleri ters yüz etmeyi başaran yönetmen zamanında tutkunu olduğu konsol oyunları günümüzde yeni bir teknolojiyi temsil eden sanal gerçeklik ile birleştiriyor.

OASIS sanal gerçeklik dünyasının sahibi hayatını kaybeder. Ardından gizemli bir oyun simülasyonu bırakır. Bu oyun simülasyonunu içindeki Easter Egg’i bulan kişi OASIS evreninin yeni sahibi olacaktır. Perzival kullanıcı adındaki kişi bunu başarmaya en yakın kişilerin başında gelir. Ready Player One bir dönemi çocukluğuna götürme konusunda hiç tereddüt yaşamıyor. Bazı anlar sizi gülümsetiyor. Bir nevi dönem filmi. Bundan bir yirmi yıl sonra film o dönemin gençlerine bir şey ifade etmeme ihtimali yüksek. Ama bu dönemin bir genci olarak film nostalji hissi uyandırdığı için aklımızda  kıymetli bir ediniyor. Hürrem Celil Erdoğan

24. Mandy


Yönetmenliğini Panos Cosmatos’un yaptığı, başrolünde Nicolas Cage’in olduğu film, 2018 yılının dikkat çekici filmlerinden. Mor ve kırmızı renklerle ağırlıklı bir film oluşturan Cosmatos, filminde müzik seçimlerini oldukça iyi bir şekilde kullanmış. Filmin ilk yarısı müziklerin, renklerin ve diyalogların etkisiyle garip bir hava içerisinde olduğu bir gerçek. Filmde yaratılan mekanların, karakterlerin günümüz dünyasının tekdüze davranışların aksine tuhaf ve bu dünyaya ait olmayan davranışlar sergilemesi izleyicide huzursuzluğun yanı sıra güvensizliğe de yol açıyor. Film her ne kadar 1983 yılında geçiyor olsa da bu açıdan baktığımızda distopik ögeler barındırdığını söyleyebiliriz.

Filmde bir intikam öyküsünden söz etmek mümkün. Nicolas Cage’in canlandırdığı Red, eşi Mandy’ye musallat olup onu öldüren teizm temelli şeytani bir tarikattan intikam alıyor.

Cosmatos, klasik bir intikam öyküsünü fantezi türüne iyi bir şekilde uyarlıyor. Aksiyon sahnelerinin doyurucu olduğu kadar diyalogların ise az olduğu intikam temalı film, 2018 yılının en dikkat çekici işlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra son dönemlerde gözden iyice düşen Oscar ödüllü Nicolas Cage’in başarılı performansı da görülmeye değer. Ali Rıza

23. The House That Jack Built


Lars Von Trier
,  filmi ile bize mayalanan bir şiddetin görselini mi sundu yoksa ruhsal sorunlarının azalmasını istediği,  sığınak olarak kullanabileceği bu evin Jack tarafından nasıl yapıldığını inşaa ediş sürecini mi anlatıyor. Jack’in şiddeti mi yoksa yapmak arzusunda olduğu sürekli olmadığını düşünüp yıktığı bu ev mi hikayenin merkezi ya da yan hikaye hangisi . Bir taraftan yok eden bir taraftan da var etmeye çalışan bir zihnin hikayesi .Filmde kaplan ve kuzu görselleri ile  insana değil tüm canlılılara ait masumiyet ve suç gibi etken veya edilgen olabilecek  halleri diyalektik bir görüntü olarak görüyoruz. Jack belkide Trier burada kaplan-katil-sanatçı ( mimar ) olmayı tercih ediyor ve bu film pek dikkat edilmese otobiyografik bir film olma özelliğini taşıyor. Jack , William Blake’in Tecrübe (karamsar- kaplan) Şarkılarını ve Masumiyet (çocuksu ve yaratıcı- kuzu) Şarkılarını ard arda yorulmadan okuyan modern bir kahraman. Semih Alkan

22. Madeline’s Madeline


Her yıl defalarca izlediğimiz büyüme hikayelerine bu sene birkaç fark ile Madeline’s Madeline da katılıyor. Josephine Decker‘ın yarattığı özgün sinema diliyle ve psikanaliz okumaya açık senaryosuyla diğer büyüme hikayelerinden de kolayca ayrılabiliyor. Bazen bir kedi, bazen bir kaplumbağa, bazen de annesi olan Madeline, kimlik arayışında olan 17 yaşında genç bir kızdır. Her büyüme hikayesinde karşımıza çıkan “kimlik arayışı” bir başkaldırı ile devam ediyor. Helena Howard’ın Madeline rolüyle adeta devleştiği film yönetmenin üçüncü uzun metrajı olurken Gotham, Spirit gibi ödül törenlerinden aldığı adaylıklarla da adını duyurdu. Oğuzhan Durmuş

21. Suspiria 


Geçen sene Call Me By Your Name ile A sınıfı yönetmenler ligine hızlı bir giriş yapan Luca Guadagnino, bu sene de 1977 yapımı Dario Argento başyapıtının yeniden çevrimi ve yılın çok konuşulan ve seyircisini ikiye bölen filmlerinden biriyle karşımızda. Guadagnino, orijinal hikayenin iskeletinden ilerleyerek bambaşka bir film yapmayı başarmış ki bana göre bir yeniden çevrim için en önemli kriterlerden biri kendine has olabilmesi. Öncülünün parlak renk paletini tersine çevirip Alman Sonbaharı atmosferini iliklerimize kadar işlerken, politik açıdan da hikayeyi derinleştiriyor. Ön planda Dans Akademisi’nin cadıları arasındaki iktidar mücadelesi ve yönetmeninin erkek olmasına karşın erkek bakışından olabildiğince arındırılmış dans koreografileri varken arka fonda RAF eylemleri sürüyor. Thom Yorke imzalı müzikler ve oyunculuklar da filmin büyüsünü arttırdığı filmde Tilda Swinton filmdeki tek önemli erkek karakter dahil 3 farklı karaktere hayat veriyor. Gördüğümüz diğer erkek aktörler ise büyü yapılıp aşağılanan iki erkek polis memuru. Dr. Josef Klemperer (Swinton) karakteri üzerinden toplumsal hafıza(sızlık) ve kolektif suçluluk gibi kavramlar da filmde önemli bir yer tutuyor. İlkyaz Altuğ

20. First Reformed


First Reformed: Yönetmen Paul Schrader’ın kendi kitabı; Sinemada Aşkın Üslûp’ta bahsettiği aşkınlığı, çoğunlukla Bresson özelinde somutlaştırdığı, beden hapishanesi metaforu üzerinden işleyen çevreci bir riyazet filmi. Film başrol tasarımı ve mekân kullanımı yönünden de Ingmar Bergman’ın Nattvardsgästerna (Kış Işığı, 1962)’sı ile akrabalık kurmakta. Ethan Hawke’ın muazzam performansı ve 1.37: 1 (Akademi formatı) en-boy oranıyla ‘’sıkışmışlık’’ hissini derinden hissettiren yapıt, Hristiyanlık üzerinden günümüzü okuyarak, bu konudaki çatışmaları da sert bir şekilde ele almakta. Anlatısının çoğunluğu iç mekânda geçen ve minimalist bir sinema örneği olan film, Alexander Dynan yönetimindeki sinematografisiyle de simetrik ve şık kadrajlar ortaya koyuyor. Bütünlüğüyle, milenyum çağına etkileyici bir çileci bakışla yaklaşan bu çarpıcı yapıta; Robert Bresson, Carl Theodor Dreyer ve Ingmar Bergman gibi büyük ustaların sinemalarını sevenlerin özellikle bir şans vermesi gerek. Salih Alp Gökçek

19. Avengers: Infinity War

Bir süper kahraman filminin iyi olabilmesi için önemli olan gereksinimlerden biri de ‘‘iyi yazılmış’’ bir kötü karaktere sahip olması. Marvel filmlerinin ortak meselesi olan bu sıkıntıyı Captain America: Winter Soldier’da çözen Russo Kardeşler son Avengers filminde yıllardır sahne alması beklenen Thanos’u herkesi etkileyecek bir karaktere dönüştürmeyi başardılar. Bunun yanında 10 senelik evren içinde ortaya çıkmış tüm karakterleri bir araya titizlikle getirdiler, güzel bir ekip filmi ortaya çıkardılar. Her ne kadar devam filmine fazla bağımlı olsa da bu hâliyle bile tekrar tekrar izlenmesi gereken görsel bir şölen, dramatik epik bir süper kahraman filmi. Anıl Meydan 

18. Under the Silver Lake 

Komedi-Dram türünde olan Under The Silver Lake, neo-noir atmosferi ile seyirciyi post-modern bir yolculuğa çıkarıyor. Merkezine Andrew Garfield’ın oynadığı Sam karakterine alan film, Sam’in komşusu Sarah’ın gizemli bir şekilde ortadan kaybolmasından sonra bir nevi dedektiflik hikayesine dönüşüyor. Baştan sona popüler kültür eleştirisi olan Under The Silver Lake, bilinçaltı ve komplo teorileri ile 2018 yılının öne çıkan yapımlarından biri oluyor. David Robert Mithchell’ın oldukça beğeni toplayan korku-gerilim türündeki filmi It Follows‘un ardından böyle bir hamle yapmasını takdire şayan bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Neo-noir türündeki birçok filme atıfta bulunan Under The Silver Lake, gözetleme sekanslarıyla Alfred Hitchcock‘un Rear Window‘unu hikaye aktarımıyla da David Lynch’in Mulholland Drive‘ını akılla getiriyor. Filmin referans kodları bununla da sınırlı kalmıyor. Popüler kültürün dayattığı fast food kültürü, kadının metalaştırması ve popüler kültürün kendine hapsettiği Marilyn Monroe filmin en büyük yapı taşlarını oluşturuyor. Yönetmenin hem yazıp hem yönettiği Under The Silver Lake, ilk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yaptıktan sonra kendi adıma A24 yapım şirketinin önemli yapımlarından biri haline geldi. Oğuzhan Durmuş

17. Shoplifters


Japon sineması deyince ilk akla gelen isimlerden Hirokazu Koreeda’nın, kendisine Altın Palmiye kazandıran filmi Shoplifters (2018), izleyiciye yeniden etkileyici bir sinema deneyimi yaşatıyor. Like Father Like Son (2013), Our Little Sister (2015) gibi filmlerle daha önce “aile” kavramına ışık tutan yönetmen, bu kez de Shoplifters ile “ailenin ne olduğu” ya da “kimlerden meydana geldiği” gibi soruları öne çıkarıyor.

Film, bütün fertlerinin hırsızlık yaparak geçim sağladığı bir aileyi merkezine alıyor. Osamu ve oğlu her zamanki gibi marketten yiyecek bir şeyler çalıp eve döndükleri sırada, buz gibi bir havada sokağa atılmış küçük bir kız çocuğuna rastlayıp, ailenin diğer üyelerinin karşı çıkışlarına rağmen onu sahipleniyorlar. Kısa sürede aileye adapte olan kızla birlikte Osamu ve ailesi küçücük bir barakada, sıkışa sıkışa da olsa komik ve mutlu bir hayat sürüyorlar. Ta ki filmin sonlarına doğru açığa çıkacak bir sırra dek.

Shoplifters, yoksulluk ve hırsızlık arasındaki ilişkiden, aile kurumunun ‘bir arada olan’dan ziyade, ‘bir araya getirilmiş’ yapısına ve ailevi değerlerin buna rağmen korunabileceğini anlatan mesajına kadar, çok boyutlu yapısıyla eleştirel olmayı başarıyor. Eleştirelliğini mizahi unsurlarla birleştirmesi de izleyicinin hiç sıkılmadan filmi izlemesini sağlıyor. Pelin Oduncu

16. The Kindergarten Teacher

The Kindergarten Teacher, iyi bir film yapmak için kan gövdeyi götüren şiddetin, abartılı cinselliğin ve buna bağlı aşırı dramatize karakterlerin şart olmadığını gösteren alabildiğine naif ve “gerçek” bir film. İnsanı geleceğine ve beklentilerine farklı bir noktadan bakmaya zorluyor. İyi de bir zorlama bu. Bakacağım en önemli noktalardan ve çıkaracağımız en önemli derslerden biri de; kimsenin bir başkasının hatasıyla bu hayatın zorluklarını aşamayacağı, hayatın kimseye bir başkası tarafından ısmarlama bir şans olmadığı, birçoğumuzun Lisa’nın da değindiği silinmiş bir gölge olarak yaşamaya devam ettiği, bir kısmımızınsa kendini kurtarıcı olarak gördüğü ama elinden gelen pek bir şeyin olmadığı, çünkü tanrı rolüne soyunmanın mümkün olmadığı bir dünyada yaşadığımız gerçeği. The Kindergarten Teacher, herkese dokunabilecek bir noktası, söyleyecek bir şeyleri olan senenin en iyi filmlerinden. Beğenenlere, Lee Chang-dong‘un 2010 yapımı Poetry’sini öneriyorum. Ömer Keşan

15. The Favourite


Olabilecek en eğlenceli ve sürükleyici dönem filmlerinden biri olması dolayısıyla kimsenin kaçırmaması gereken bir Lanthimos filmi. Her zamanki gibi insanı geriyor fakat buna dozunda komedi eklenince tadından yenmiyor. Olivia Colman, Emma Stone ve Rachel Weisz bu seneki en iyi ekip çalışmasını ortaya koyuyor. İktidarı elinde bulunduran Queen Anne kararlarının manipüle edildiği bir savaşın ortasında kalıyor ve saraydaki bu çıkar çatışmaları Lady Sarah ve mekana yeni gelen hizmetçi Abigial’ın sınırlarını oldukça zorluyor! Anıl Meydan 

14. Transit

Christian Petzold, Barbara (2012), Phoenix (2014) filmlerinin ardından belki de ‘magnum opus’u olarak kalacak, ileride üstüne çıkamayacağı bir yapım ile 2018 senesinde arzıendam eyliyor. Böylece hedeflediği savaş üçlemesini tamamlamayı başarıyor. Alman yazar Anna Seghers‘in aynı adlı romanından oldukça serbest bir şekilde uyarladığı film, olasılığı düşük bir aşkın kenarında dolaşan bir mülteci draması. Tarihi dönem filmlerine yeni bir yaklaşım sunan filmde, 1940 Marsilya’sında kostümler geçmişe, arabalar ve yolcu uçakları gibi araçlar ise zamanımıza ait ve böylece yeni ve eski kavramları birbirine karışıyor. Amaç pek bir şeyin değişmediğini günümüzde yükselen milliyetçilik olgusu ile bağdaştırmak. Başka bir yönetmenin elinde çiğ kalacak, politik doğruculuğa kurban gidecek ve fazla politik bulunacak bu fikir, Petzold’un biçimsel tercihleri sayesinde ayakta duruyor.

Nazi işgali ile çalkalanan Paris’te başlayan ve ana karakter Georg’u takibine alan film oldukça karmaşık karakter örgüsü ile başlıyor; kimin kim olduğunu takip etmek çok zor. Daha Georg’un ‘neci’ olduğunu anlayamadan birileri eline kağıtlar sıkıştırıyor ve karakterimiz, intihar etmiş bir yazarın kimliğini üstlenerek Meksika’ya kaçmak için Marsilya’ya geliyor. Belki de filmin tek zayıflığı bu karmaşayı seyircinin anlaması için çaba göstermemesi. Bu sebeple filmin ilk izlenimi bir bulmacayı çözmeye benziyor.

Yönetmen, zamansal paralellik kurarak bir yandan insanlığın değişmez yazgısını oldukça sade ve gayretsiz sunmayı başarırken bir yandan da kimliklerin karıştığı, insanı savaş denkleminden çıkarsak dahi bir sorunsal olarak ortada kalan ve çoktan benlik ve kimlik çöplüğüne dönmüş bir kaos evreni kuruyor. Film bittiğinde, Marsilya sokaklarında geçmişin umutla dolu hayaletleri oradan oraya kaçışmaya devam ediyor.  Tuncay Uravelli

13. Zama


La Ciénaga
 (2001) filmi ile Berlinale’de keşfedilmesinden itibaren her yeni filmi ile Avrupalı sinemaseverlerin ve eleştirmenlerin ilgisini çekmeyi başaran Lucrecia Martel, 9 senelik uzun bir aranın ardından yeni filmi ile 2017’de görücüye çıktı. Antonio di Benedetto‘nun aynı isimli romanından uyarlanan Zama, ne yazık ki Türkiye’de oldukça geç bir tarihte, 2018 yazında vizyon şansı buldu. 

The Headless Woman (2008) ile burjuvaziyi sessiz sakin tokatlayan Arjantinli yönetmenin hedef tahtasında bu kez Avrupa’nın sömürge geçmişi var. Zama izleyenleri anında ikiye bölen bir fenomene dönüştü. Sevenlerin başyapıt ilan ettiği, sevmeyenlerin ise sıkıcı bulduğu ve salonu terkettiği film, Martel’in üslubu göz önüne alındığında kendi sinemasından bile daha radikal ve sert bir seyirlik sunuyor. İspanyol Krallığı’nın Paraguay’daki sömürgesinde memur olarak görev yapan Don Diego de Zama’nın yaşamının ─düzensiz zaman sıçramaları ile geçilen─ bir bölümünü seyre zorlanıyoruz. Seyircinin sıkılmasının nedeni başkarakterin anlamsız bekleyişine, bunalımına ortak edilmesi; kesinlikle öznel, yeni ve kışkırtıcı bir deneyim sineması karşımızdaki.

Yönetmenin ses ve kamera ile yaptığı tercihler, Zama’nın sanrılarını seyirciyle paylaştırıyor. Beklenmedik bir anda, bir iç mekanda görünen lamayı olağan bir objeymiş gibi göstermek (yanlış görmüş olabilir miyiz? nasıl bir sanrı bu?), hemen hemen hiçbir şey konuşulmayan oldukça sessiz bir odada Güney Amerika sıcağını teninizde hissettirmek, bir gece yarısı tekinsiz bir ormanda yürüyüşe katmak; yönetmenin numaralarından bazıları. Bir adalet memuru, kraldan adalet bekliyor, krala iletilmesini istediği tayin mektubu ile Avrupa’ya, ailesinin yanına gitmek istiyor ama nafile. Arka planda kaygısız gezinen yerliler vasıtası ile de iktidarın, yönetme gücünün ne kadar kırılgan ve gülünç olduğu çıkarımını yapıyor, ana karakterin doğa ve insan karşısında çaresiz, yabancı ve aciz kalışına tanık oluyoruz. Şüphesiz deli işi. Tuncay Uravelli

12. Lazzaro felice


Bu sene düzenlenen Cannes Film Festivali’nde senaryo dalında en iyi seçilerek adını duyuran bir film Lazzaro felice. Aynı zamanda yönetmenin 3. uzun metrajı. Diğer filmleri de Cannes’da bazı bölümlerde yer almıştı. Bundan önceki filmi Le meraviglie (2014) ile de Cannes’da “Jüri Büyük Ödülü”nün sahibi olmayı başarmıştı.

Lazzaro bir köyde yaşayan çalışkan bir işçi/çiftçidir. Geçimini sağlama gibi bir derdi yoktur. Çünkü dünyası herkesin tahmin ettiğinden küçüktür. Bir köyde yaşıyordur ve bu köyde yaşayanların bir sahibi Markiz Luna adlı bir kadındır. Lazzaro, sahibenin oğlu Tancredi ile tanıştıktan sonra işler ilginçleşmeye başlayacaktır. Lazzaro bataklığa dönen çevrenin belki de en masum en iyi niyetli canlısıdır. Yaptığı her iyiliği karşılıksız ve koşulsuz yapar. Bir nevi el değmemiş bir cevherdir. Yönetmene göre ise bir İsa tasviridir.  Hürrem Celil Erdoğan

11. Climax


I Stand Alone (1998)’u beğenmediniz, Irreversible (2002)’dan nefret ettiniz,  Enter The Void (2009)’den tiksindiniz, Love (2015)’a küfrettiniz, bir de Climax’i deneyin” bu afiş düştüğü andan beri heyecanı doruklara çıkaran çılgın yönetmen Gaspar Noe’den bir deli işi daha.
Climax tüm rahatsız eden ve hayran bıraktıran yönleriyle 1.5 saatlik bir klip gibi. Bir grup dansçı, yoğun provalarının ardından bir parti verir ve partideki sangriada bir gariplik olduğunun anlaşılmasının ardından geri dönüşü olmayan bir cehenneme yolculuk başlar ve parti kabus gecesine döner.

Müzikler, danslar sizin de olduğunuz yerde ritim tutmanızı sağlıyor. Filmde, Sofia Boutella dışında hiçbiri oyuncu değil, kalan ekibin tamamı profesyonel dansçılardan oluşuyor. Seyirciyi hipnoz eden el kamerasıyla çekilmiş uzun dans sekansları gerçekten göz dolduran cinsten üstelik bu sahneleri Noe tek planda çekmiş.

Noe benim tarzım değil derseniz, kışkırtıcılık açısından eski delişmenliğini göremediğimi söyleyebilirim, Noe’nin nispeten daha kolay izlenen filmi ancak yine de koltukta çivilenerek kalıyorsunuz. Hayran kalacağınız dans sekansları ve finali ile Climax şans verilmesi gereken filmlerden. Hazal Erkul

10. You Were Never Really Here*

Daha önce Ratcatcher (1999) ve We Need to Talk About Kevin (2011) gibi iki başarılı ve özel filme imza atmış İskoç yönetmen Lynne Ramsay’in son psikolojik/gerilim filmi. Dünya prömiyerini geçtiğimiz sene gerçekleştirilen 70. Cannes Film Festivali’nde yapan film burada ”En İyi Senaryo” ve ”En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini kazanmıştır. Ülkemizde başka sinema adı altında mayıs ayında gösterime giren You Were Never Really Here bir çok kesim tarafından sevilip aynı zamanda senaryosu ve karakterinden dolayı Taxi Driver (1976) ile çok özdeşleştirilmiştir.

Ramsay, Joaquin Phoneix ile çalışma imkanı bulduğu Joe karakterinde savaş sonrası travma ve aile istismarını işliyor. Eski bir asker olan Joe çocukluk travmalarını üzerinden atamamış ve bunun üstüne mesleği yüzünden sayısız şiddetin içinde kalmıştır. Yeni hayatında ise istismara mağruz kalan çocukları kurtarmaktadır. Senatörden gelen son işle birlikte Joe hem babasından hem başkalarından istismar gören bu kız çocuğunu kurtarırken kendi zayıflığı ile mücadele etmektedir. Kafasının içindeki bütün zayıflık ve problemleri bize ‘’flasback’’ ile sunan Ramsay bunların gerçekten geçmişten kesitler mi yoksa Joe’nun kafasının içinden kesitler mi olduğunu kesinleştirmeyerek seyirciye bırakmaktadır. Gerçek ve kurgunun karışıp harmanlandığı Joe anti-kahramanında, Joaquin Phoneix unutulmayacak bir performans sergilemektedir.

Lynne Ramsay dehası sayesinde sinemaseverler tarafından her zaman bir sonraki filmi için beklenen biri olacağını YWNRH ile ispatlıyor. Kaan Aslan

9. Private Life


Private Life
, aynı zamanda hikâyesini de yazan Tamara Jenkins’in üçüncü uzun metrajlı filmi. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra Netflix’de yayınlanan dram/komedi kategorisindeki filmde başrolleri Rachel (Kathryn Hahn) ve Richard (Paul Giamatti)’ı izliyoruz.

Entelektüel bir çifte hayat veren ikili uzun yıllar boyuca her yolu denemelerine rağmen çocuk sahibi olamamaktadırlar. Çocuk sahibi olma yolundaki bu başarısızlıkları hem kendi içlerinde hem de çevrelerinde çözemedikleri bir probleme dönüşmektedir. Hayatlarına bunun üzerine kurmuş bir çiftin yaşadıklarının yansıması, aile ve dostlarından görememedikleri empati ile film ilerledikçe birbirleri sayesinde hayata tutunup mücadele edişlerini izliyoruz.

Basit bir hikaye üzerinden yılın en iyi filmlerinden birini çıkaran Tamara Jenkins çok samimi bir film sunuyor. Oyuncu seçiminin bunda çok yüksek bir payı olduğunu düşünüyorum. Private Life en iyi Netflix orijinal içeriklerinden biri adı altında yılın en iyileri arasında yer alıyor. Kaan Aslan


8. Spider-Man: Into the Spider-Verse


Sam Raimi
’nin Spider Man’inden sonra bir türlü istenilen etkiyi yaratılmadı. Amazing Spider Man tamamen figürü sevenler için hayal kırıklığı oluşturdu. Tom Holland ise orijine yakın bir tanımlamayla yola çıkınca az da olsa kitleyi etkilemeye başladı. Sessiz, sakin bir şekilde vizyona giren Spider-Man: Into the Spider-Verse ummadık bir şekilde tam anlamıyla bir çizgi roman uyarlaması nasıl yapılır bize gösterdi. Bana sorarsanız bu film yılın en iyilerinden.

Farklı bir Spider-Man evreni yaratmayı deneyen ekip paralel evrenler yaratıp ikonik Spider-Man’leri bir araya getiriyor. Bunu gayet usta bir kurguyla önümüze sunuyor. Villian ise tamamen ailevi sebeplerle dünyayı darmaduman etmeyi göze alıyor. Çizgi roman estetiğini çok iyi kullanan film bize iki saatlik eşsiz bir deneyim sunuyor. Hürrem Celil Erdoğan

7. Isle of Dogs

Senaryo ekibi Wes Anderson’un yanı sıra Jason Schwartzman, Roman Coppola ve Kunichi Nomura’dan oluşan film, klasik Wes Anderson sinemasının özelliğini yine bütünüyle karşılıyor. Yaman Tilki’yle birlikte ikinci animasyon filmi olan Wes Anderson bu filmde de başarılı bir işe imza atıyor.

Japonya’da bir kentte köpekler arasında bir nezle salgını başlar, bunun sonucunda kötü niyetli Japon Vali, kedi lobisini de arkasına alarak şehirdeki tüm köpekleri kentin çöplerinin toplandığı çöp adasına mahkûm eder. Çöp Adasında köpekler arası çeşitli gruplaşmalar oluşur ve Vali’nin 12 yaşındaki üvey oğlu sayesinde köpekler uzlaşıp birlik sağlayarak kentin valisine karşı direniş başlatırlar. Bu bağlamda bakıldığında filmde saklı bir ideolojik mesajın olduğunu söylemek pek de yanlış sayılmaz.

Yüksek tempo ve bu tempoya uygun müzikler ile birlikte köpeklere ses veren Bill Murray, Edward Norton, Bryan Cranston ve F. Murray Abraham gibi başarılı oyuncuların muhteşem performansı Wes Anderson’un macera dolu öyküsüyle birleşince iyi bir işin çıktığını söyleyebiliriz. Ali Rıza

6. An Elephant Sitting Still


Çekimlerinin bitiminden sonra, yönetmen
Hu Bo’nun trajik intiharıyla adından sıkça söz ettiren An Elephant Sitting Still, içeriği dikkatle incelendiğinde yönetmenin iç dünyası hakkında epeyce ipucu barındırmakta. Çin’in kuzeyindeki Manzhouli’de, oturan bir filin 4 farklı karakter için kaçış noktasına dönüşmesine odaklanan yapıt, melankolisiyle de sarsıcı bir deneyim sunuyor. Hu Bo’nun, karakterlerin hemen yanından ayrılmayan kamerasıyla kurduğu epizodik plan sekanslar, izleyenleri karakterlerin o kasvetli ve gri atmosferine adeta hapsetmekte. Olayların hemen yanı başımızda gerçekleşiyor hissini derinden hissettiren yapıt, 230 dakikalık süresiyle seyri kolay bir eser olmasa da anlatısını benimseyebilenler için unutulmayacak bir deneyim. An Elephant Sitting Still, hayatın tüm buhranının adeta imbikten damıtılmışçasına yoğunlaştığı, çıkmaz sokaklarla dolu, yılın en etkileyici eserlerinden. Salih Alp Gökçek

5. Phantom Thread


Usta yönetmen Paul Thomas Anderson bu defa, savaş sonrası 1950’lerde Londra’nın moda dünyasına götürüyor bizleri. Ülkenin önde gelenlerini giydiren terzi Reynold Woodcock; sert, prensipli ve işinde disiplin sahibi bir adamdır fakat aşk benliğini altüst edecektir.
İçinde belli bir dönem barındıran filmlere özel bir ilgim var. Filmde kostümler, kıyafetler gerçekten mest ediyor. There Will Be Blood (2007) gibi bu yapımda da müzikleri besteleyen Jonny Greenwood oldukça başarılı bir soundtrack albümü kaydetmiş. Daniel Day Lewis ise rolüne hazırlanmak için aylarca dikiş ve terzilik eğitimi almış.

Bu yapım, sade ve şık sinematografisi ekseninde; güç duygusu, aidiyet zaafı ve egonun ikili ilişkilere yansımasını psikolojik gerilim ve kara mizah ile ustaca harmanlamış. Yönetmenlik ve oyunculuğun üst düzey olduğu Phantom Thread, içinde güçlü olmak içgüdüsünü, psikolojik semptomlarla dışavuran karakterler hakkında oldukça çarpıcı bir başyapıt. Hazal Erkul

4. Ahlat Ağacı


Ahlat Ağacı
filmi ile Nuri Bilge Ceylan sinemasının üslubunun dolayısıyla filmlerinin biçiminin ve içeriğinin merkez noktası olan tabiat ve insan arasında kurulan fotografik hatta Pieter Bruegel resimlerini andıran görme biçiminin Uzak ve İklimler filmlerinden itibaren merkez noktanın değiştiğini ve hikayelerini anlatısını ya da söylemini çatışma, katharsis adına daha da somutlaştırmak adına dilemmasını şehir taşra ve insan arasında ilintilendirmiştir. Ahlat Ağacı filmi ile Nuri Bilge Ceylan’ın sinematografisinde onun insanı ve varoluşu görme biçimindeki değişimin fotografik (kurgusal) veya resimsel (hayali) olsun görsel olandan metinsel sözel alana doğru konumlandığını görüyoruz. Hikayesini göstermek işaret etmek yerine artık dilin sözel alanın imkanlarını kullanarak ve fakat fotografik ve resimsel sinematografisinin gücünü azaltmadan çektiği Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu’da ve Kış Uykusu filmlerinden sonra Ahlat Ağacı filmi ile sinemasında sözel daha geniş anlamıyla edebi alanın gücünden yararlanmıştır.

Ahlat Ağacı görüntünün zamanın montajı ile değil zamanda ve mekanda belli bir derinlik hissini ve bunun izdüşümünü göstermeyen, karakterin zihni ve varoluşsal mekanında iz sürmeyi imsansız bir hale getiren taklidi ve yoksunlaştırılmış diyologların montajına dönüşüyor. Filmlerinin montajında da bulunan Nuri Bilge Ceylan filmin bütününe fotoğrafçı estetiği ile değil daha çok bir sosyolog olarak yaklaşmış ve burada karakterlerin resmedilmeye çalışılan iç dünyaları ve konuşmaları filmi ve karakterleri daha canlı değil daha donuk kılıyor. “Çehov Tarzı Hikâye” ya da “durum hikâyesi” olarak adlanırılan anlatım biçimi Ahlat Ağacı filminde çok ve fakat derinleştirmeyen diyaloglarından  dolayı ne kadar fotoğrafçı estetiği çekilse de karakterler ve bir bütün olarak film yaşayan değil donuk bir ‘durumu’ hikayet ediyor. Semih Alkan

3. Cold War



2013 yılında çektiği Ida filmiyle Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde Oscar’ı kucaklayan Pawel Pawlikowski, yine adından sıkça söz ettiren Cold War filmiyle beyaz perdeye geri dönerek, prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödülüyle ayrıldı.

Siyah beyaz çekilen film, Soğuk Savaş döneminde yaşanan tutkulu ve “imkansız” bir aşk hikâyesine odaklanırken, dönemin politik ve siyasal atmosferini de gözler önüne seriyor. Filmde yönetmene, oyunculuk performanslarıyla izleyiciyi hayran bırakan, Agata Kulesza ve Tomasz Kot gibi isimler eşlik ediyor.

1950’lerin Polonya’sı, güzelliğiyle dikkat çeken Zula ve ulusal şarkıları seslendirecek bir folklor ekibini oluşturan Wiktor’u, inişli-çıkışlı bir aşkın ortasına yerleştiren film, ulusal kültürün dönemin siyasi propagandasının bir aracı haline gelmesine de değiniyor. Aralarında Zula ve Wiktor’un da bulunduğu folklor grubunun, Polonya’dan Paris’e uzanan yolculuğunda, Batı ve Doğu kültürlerinin ayrımı dışında, coğrafi ortama ayak uyduran insanın değişen kişiliğini görmek mümkün.

Pawlikowski’nin fotoğrafik görüntüleriyle bir araya gelen acı dolu Polonya şarkıları, filmin izleyicide bıraktığı büyülenme etkisini iyice artırıp yönetmeni bir kez daha Polonya sinemasının önemli bir figürü haline getiriyor. Pelin Oduncu

2. Burning


Murakami’nin “Barn Burning” isimli öyküsünden uyarlanan -ve Faulkner’in aynı adlı öyküsünden esinlenen- filmde, Lee Chang-dong, anlatı içinde anlatı izleğini uyguluyor. Gerçek ve kurgunun, gerçek ve paranoyanın, edebiyat ve sinemanın başarıyla harmanlandığı bir metafilm Burning. İlk yarısında konu aldığı aşk üçgeninin ve sonrasında gelen gizemin ardında, esasen sınıfsal bir yangının filmi. Aynı zamanda her izleyenin kendi dünya görüşüne, tecrübelerine göre farklı okumalar yapabileceği, senaryosu katman katman işlenmiş bir psikolojik dram. Dallanıp budaklanmasına rağmen değindiği hiçbir meseleyi yüzeysel bırakmaması da ayrı meziyet. 2.5 saatte bu kadar çok şey anlatıp, dramatik çatıya zarar vermek şöyle dursun onu giderek sağlamlaştırmak da her benim diyen yönetmenin harcı değil. Hakkını verebilmek için birden çok defa izlenmeyi hak ediyor. Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerden rekor puan almasına rağmen bunu ödülle taçlandıramasa da, benim için sadece yılın değil 21. yüzyılın en iyilerinden. İlkyaz Altuğ

1. Roma


Alfonso Cuaron
’un kişisel geçmişinin izlerini kurmaca öğelerle harmanladığı film, aynı zamanda 1970ler Meksika’sının toplumsal ve politik ikliminin de kadraja ustalıkla dahil edildiği bir hatırlama hikayesi. Orta-üst sınıf Meksikalı ailenin yanında çalışan bir hizmetçiyi merkeze alarak çocukluk, kadınlık ve sınıfsallık gibi meseleleri, gündelik hayatın rutin tekrarları ve karşılaşmalarını film boyunca pan yapan bir kameranın gözünden takip etmek filmin siyah beyaz yapısıyla da birleşince izleyiciye şiirsel bir anlatı sunuyor. Netflix bağlamında filmin yönetmeninin de dahil olduğu ‘film nerede izlenmeli’ tartışmalarını bir kenara bırakırsak, Roma’nın sinemanın sunduğu imkanları sonuna kadar kullanan sinematografik bir şölen olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yılın Oscar ödüllerinin yabancı dilde en iyi film kategorisinde Burning ile beraber en güçlü adaylardan biri. Burak Yılmaz

Bir Cevap Yazın