
Not: Filmlerin isimlerine tıklayarak sitemizdeki eleştirilerine ulaşabilirsiniz.
25. Ready Player One
Steven Spielberg, son zamanlarda çektiği The BFG’yi saymaz isek Bridge of Spies, Lincoln ve War Horse ile yenilikçi tavrından uzaklaşıp bazı tarihi dönemlere kamerası çevirmeye başlamıştı. Jurassic Park, Jaws, Artificial Intelligence: AI filmleriyle sinemaya yeni bir bakış açısı ve farklı bir göz kazandıran yönetmen için yaratıcılığı tükeniyor ifadesi ortaya atılmaya başlandı. Ready Player One ile bütün ifadeleri ters yüz etmeyi başaran yönetmen zamanında tutkunu olduğu konsol oyunları günümüzde yeni bir teknolojiyi temsil eden sanal gerçeklik ile birleştiriyor.
OASIS sanal gerçeklik dünyasının sahibi hayatını kaybeder. Ardından gizemli bir oyun simülasyonu bırakır. Bu oyun simülasyonunu içindeki Easter Egg’i bulan kişi OASIS evreninin yeni sahibi olacaktır. Perzival kullanıcı adındaki kişi bunu başarmaya en yakın kişilerin başında gelir. Ready Player One bir dönemi çocukluğuna götürme konusunda hiç tereddüt yaşamıyor. Bazı anlar sizi gülümsetiyor. Bir nevi dönem filmi. Bundan bir yirmi yıl sonra film o dönemin gençlerine bir şey ifade etmeme ihtimali yüksek. Ama bu dönemin bir genci olarak film nostalji hissi uyandırdığı için aklımızda kıymetli bir ediniyor. Hürrem Celil Erdoğan
24. Mandy
Yönetmenliğini Panos Cosmatos’un yaptığı, başrolünde Nicolas Cage’in olduğu film, 2018 yılının dikkat çekici filmlerinden. Mor ve kırmızı renklerle ağırlıklı bir film oluşturan Cosmatos, filminde müzik seçimlerini oldukça iyi bir şekilde kullanmış. Filmin ilk yarısı müziklerin, renklerin ve diyalogların etkisiyle garip bir hava içerisinde olduğu bir gerçek. Filmde yaratılan mekanların, karakterlerin günümüz dünyasının tekdüze davranışların aksine tuhaf ve bu dünyaya ait olmayan davranışlar sergilemesi izleyicide huzursuzluğun yanı sıra güvensizliğe de yol açıyor. Film her ne kadar 1983 yılında geçiyor olsa da bu açıdan baktığımızda distopik ögeler barındırdığını söyleyebiliriz.
Filmde bir intikam öyküsünden söz etmek mümkün. Nicolas Cage’in canlandırdığı Red, eşi Mandy’ye musallat olup onu öldüren teizm temelli şeytani bir tarikattan intikam alıyor.
Cosmatos, klasik bir intikam öyküsünü fantezi türüne iyi bir şekilde uyarlıyor. Aksiyon sahnelerinin doyurucu olduğu kadar diyalogların ise az olduğu intikam temalı film, 2018 yılının en dikkat çekici işlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra son dönemlerde gözden iyice düşen Oscar ödüllü Nicolas Cage’in başarılı performansı da görülmeye değer. Ali Rıza
23. The House That Jack Built
Lars Von Trier, filmi ile bize mayalanan bir şiddetin görselini mi sundu yoksa ruhsal sorunlarının azalmasını istediği, sığınak olarak kullanabileceği bu evin Jack tarafından nasıl yapıldığını inşaa ediş sürecini mi anlatıyor. Jack’in şiddeti mi yoksa yapmak arzusunda olduğu sürekli olmadığını düşünüp yıktığı bu ev mi hikayenin merkezi ya da yan hikaye hangisi . Bir taraftan yok eden bir taraftan da var etmeye çalışan bir zihnin hikayesi .Filmde kaplan ve kuzu görselleri ile insana değil tüm canlılılara ait masumiyet ve suç gibi etken veya edilgen olabilecek halleri diyalektik bir görüntü olarak görüyoruz. Jack belkide Trier burada kaplan-katil-sanatçı ( mimar ) olmayı tercih ediyor ve bu film pek dikkat edilmese otobiyografik bir film olma özelliğini taşıyor. Jack , William Blake’in Tecrübe (karamsar- kaplan) Şarkılarını ve Masumiyet (çocuksu ve yaratıcı- kuzu) Şarkılarını ard arda yorulmadan okuyan modern bir kahraman. Semih Alkan
22. Madeline’s Madeline
Her yıl defalarca izlediğimiz büyüme hikayelerine bu sene birkaç fark ile Madeline’s Madeline da katılıyor. Josephine Decker‘ın yarattığı özgün sinema diliyle ve psikanaliz okumaya açık senaryosuyla diğer büyüme hikayelerinden de kolayca ayrılabiliyor. Bazen bir kedi, bazen bir kaplumbağa, bazen de annesi olan Madeline, kimlik arayışında olan 17 yaşında genç bir kızdır. Her büyüme hikayesinde karşımıza çıkan “kimlik arayışı” bir başkaldırı ile devam ediyor. Helena Howard’ın Madeline rolüyle adeta devleştiği film yönetmenin üçüncü uzun metrajı olurken Gotham, Spirit gibi ödül törenlerinden aldığı adaylıklarla da adını duyurdu. Oğuzhan Durmuş
21. Suspiria
Geçen sene Call Me By Your Name ile A sınıfı yönetmenler ligine hızlı bir giriş yapan Luca Guadagnino, bu sene de 1977 yapımı Dario Argento başyapıtının yeniden çevrimi ve yılın çok konuşulan ve seyircisini ikiye bölen filmlerinden biriyle karşımızda. Guadagnino, orijinal hikayenin iskeletinden ilerleyerek bambaşka bir film yapmayı başarmış ki bana göre bir yeniden çevrim için en önemli kriterlerden biri kendine has olabilmesi. Öncülünün parlak renk paletini tersine çevirip Alman Sonbaharı atmosferini iliklerimize kadar işlerken, politik açıdan da hikayeyi derinleştiriyor. Ön planda Dans Akademisi’nin cadıları arasındaki iktidar mücadelesi ve yönetmeninin erkek olmasına karşın erkek bakışından olabildiğince arındırılmış dans koreografileri varken arka fonda RAF eylemleri sürüyor. Thom Yorke imzalı müzikler ve oyunculuklar da filmin büyüsünü arttırdığı filmde Tilda Swinton filmdeki tek önemli erkek karakter dahil 3 farklı karaktere hayat veriyor. Gördüğümüz diğer erkek aktörler ise büyü yapılıp aşağılanan iki erkek polis memuru. Dr. Josef Klemperer (Swinton) karakteri üzerinden toplumsal hafıza(sızlık) ve kolektif suçluluk gibi kavramlar da filmde önemli bir yer tutuyor. İlkyaz Altuğ
20. First Reformed
First Reformed: Yönetmen Paul Schrader’ın kendi kitabı; Sinemada Aşkın Üslûp’ta bahsettiği aşkınlığı, çoğunlukla Bresson özelinde somutlaştırdığı, beden hapishanesi metaforu üzerinden işleyen çevreci bir riyazet filmi. Film başrol tasarımı ve mekân kullanımı yönünden de Ingmar Bergman’ın Nattvardsgästerna (Kış Işığı, 1962)’sı ile akrabalık kurmakta. Ethan Hawke’ın muazzam performansı ve 1.37: 1 (Akademi formatı) en-boy oranıyla ‘’sıkışmışlık’’ hissini derinden hissettiren yapıt, Hristiyanlık üzerinden günümüzü okuyarak, bu konudaki çatışmaları da sert bir şekilde ele almakta. Anlatısının çoğunluğu iç mekânda geçen ve minimalist bir sinema örneği olan film, Alexander Dynan yönetimindeki sinematografisiyle de simetrik ve şık kadrajlar ortaya koyuyor. Bütünlüğüyle, milenyum çağına etkileyici bir çileci bakışla yaklaşan bu çarpıcı yapıta; Robert Bresson, Carl Theodor Dreyer ve Ingmar Bergman gibi büyük ustaların sinemalarını sevenlerin özellikle bir şans vermesi gerek. Salih Alp Gökçek
18. Under the Silver Lake
17. Shoplifters
15. The Favourite
14. Transit
Nazi işgali ile çalkalanan Paris’te başlayan ve ana karakter Georg’u takibine alan film oldukça karmaşık karakter örgüsü ile başlıyor; kimin kim olduğunu takip etmek çok zor. Daha Georg’un ‘neci’ olduğunu anlayamadan birileri eline kağıtlar sıkıştırıyor ve karakterimiz, intihar etmiş bir yazarın kimliğini üstlenerek Meksika’ya kaçmak için Marsilya’ya geliyor. Belki de filmin tek zayıflığı bu karmaşayı seyircinin anlaması için çaba göstermemesi. Bu sebeple filmin ilk izlenimi bir bulmacayı çözmeye benziyor.
Yönetmen, zamansal paralellik kurarak bir yandan insanlığın değişmez yazgısını oldukça sade ve gayretsiz sunmayı başarırken bir yandan da kimliklerin karıştığı, insanı savaş denkleminden çıkarsak dahi bir sorunsal olarak ortada kalan ve çoktan benlik ve kimlik çöplüğüne dönmüş bir kaos evreni kuruyor. Film bittiğinde, Marsilya sokaklarında geçmişin umutla dolu hayaletleri oradan oraya kaçışmaya devam ediyor. Tuncay Uravelli13. Zama

La Ciénaga (2001) filmi ile Berlinale’de keşfedilmesinden itibaren her yeni filmi ile Avrupalı sinemaseverlerin ve eleştirmenlerin ilgisini çekmeyi başaran Lucrecia Martel, 9 senelik uzun bir aranın ardından yeni filmi ile 2017’de görücüye çıktı. Antonio di Benedetto‘nun aynı isimli romanından uyarlanan Zama, ne yazık ki Türkiye’de oldukça geç bir tarihte, 2018 yazında vizyon şansı buldu.
The Headless Woman (2008) ile burjuvaziyi sessiz sakin tokatlayan Arjantinli yönetmenin hedef tahtasında bu kez Avrupa’nın sömürge geçmişi var. Zama izleyenleri anında ikiye bölen bir fenomene dönüştü. Sevenlerin başyapıt ilan ettiği, sevmeyenlerin ise sıkıcı bulduğu ve salonu terkettiği film, Martel’in üslubu göz önüne alındığında kendi sinemasından bile daha radikal ve sert bir seyirlik sunuyor. İspanyol Krallığı’nın Paraguay’daki sömürgesinde memur olarak görev yapan Don Diego de Zama’nın yaşamının ─düzensiz zaman sıçramaları ile geçilen─ bir bölümünü seyre zorlanıyoruz. Seyircinin sıkılmasının nedeni başkarakterin anlamsız bekleyişine, bunalımına ortak edilmesi; kesinlikle öznel, yeni ve kışkırtıcı bir deneyim sineması karşımızdaki.
Yönetmenin ses ve kamera ile yaptığı tercihler, Zama’nın sanrılarını seyirciyle paylaştırıyor. Beklenmedik bir anda, bir iç mekanda görünen lamayı olağan bir objeymiş gibi göstermek (yanlış görmüş olabilir miyiz? nasıl bir sanrı bu?), hemen hemen hiçbir şey konuşulmayan oldukça sessiz bir odada Güney Amerika sıcağını teninizde hissettirmek, bir gece yarısı tekinsiz bir ormanda yürüyüşe katmak; yönetmenin numaralarından bazıları. Bir adalet memuru, kraldan adalet bekliyor, krala iletilmesini istediği tayin mektubu ile Avrupa’ya, ailesinin yanına gitmek istiyor ama nafile. Arka planda kaygısız gezinen yerliler vasıtası ile de iktidarın, yönetme gücünün ne kadar kırılgan ve gülünç olduğu çıkarımını yapıyor, ana karakterin doğa ve insan karşısında çaresiz, yabancı ve aciz kalışına tanık oluyoruz. Şüphesiz deli işi. Tuncay Uravelli
12. Lazzaro felice
Bu sene düzenlenen Cannes Film Festivali’nde senaryo dalında en iyi seçilerek adını duyuran bir film Lazzaro felice. Aynı zamanda yönetmenin 3. uzun metrajı. Diğer filmleri de Cannes’da bazı bölümlerde yer almıştı. Bundan önceki filmi Le meraviglie (2014) ile de Cannes’da “Jüri Büyük Ödülü”nün sahibi olmayı başarmıştı.
Lazzaro bir köyde yaşayan çalışkan bir işçi/çiftçidir. Geçimini sağlama gibi bir derdi yoktur. Çünkü dünyası herkesin tahmin ettiğinden küçüktür. Bir köyde yaşıyordur ve bu köyde yaşayanların bir sahibi Markiz Luna adlı bir kadındır. Lazzaro, sahibenin oğlu Tancredi ile tanıştıktan sonra işler ilginçleşmeye başlayacaktır. Lazzaro bataklığa dönen çevrenin belki de en masum en iyi niyetli canlısıdır. Yaptığı her iyiliği karşılıksız ve koşulsuz yapar. Bir nevi el değmemiş bir cevherdir. Yönetmene göre ise bir İsa tasviridir. Hürrem Celil Erdoğan
11. Climax
”I Stand Alone (1998)’u beğenmediniz, Irreversible (2002)’dan nefret ettiniz, Enter The Void (2009)’den tiksindiniz, Love (2015)’a küfrettiniz, bir de Climax’i deneyin” bu afiş düştüğü andan beri heyecanı doruklara çıkaran çılgın yönetmen Gaspar Noe’den bir deli işi daha.Climax tüm rahatsız eden ve hayran bıraktıran yönleriyle 1.5 saatlik bir klip gibi. Bir grup dansçı, yoğun provalarının ardından bir parti verir ve partideki sangriada bir gariplik olduğunun anlaşılmasının ardından geri dönüşü olmayan bir cehenneme yolculuk başlar ve parti kabus gecesine döner.
Müzikler, danslar sizin de olduğunuz yerde ritim tutmanızı sağlıyor. Filmde, Sofia Boutella dışında hiçbiri oyuncu değil, kalan ekibin tamamı profesyonel dansçılardan oluşuyor. Seyirciyi hipnoz eden el kamerasıyla çekilmiş uzun dans sekansları gerçekten göz dolduran cinsten üstelik bu sahneleri Noe tek planda çekmiş.
Noe benim tarzım değil derseniz, kışkırtıcılık açısından eski delişmenliğini göremediğimi söyleyebilirim, Noe’nin nispeten daha kolay izlenen filmi ancak yine de koltukta çivilenerek kalıyorsunuz. Hayran kalacağınız dans sekansları ve finali ile Climax şans verilmesi gereken filmlerden. Hazal Erkul10. You Were Never Really Here*
9. Private Life
Private Life, aynı zamanda hikâyesini de yazan Tamara Jenkins’in üçüncü uzun metrajlı filmi. Prömiyerini Sundance Film Festivali’nde yaptıktan sonra Netflix’de yayınlanan dram/komedi kategorisindeki filmde başrolleri Rachel (Kathryn Hahn) ve Richard (Paul Giamatti)’ı izliyoruz.
8. Spider-Man: Into the Spider-Verse
Sam Raimi’nin Spider Man’inden sonra bir türlü istenilen etkiyi yaratılmadı. Amazing Spider Man tamamen figürü sevenler için hayal kırıklığı oluşturdu. Tom Holland ise orijine yakın bir tanımlamayla yola çıkınca az da olsa kitleyi etkilemeye başladı. Sessiz, sakin bir şekilde vizyona giren Spider-Man: Into the Spider-Verse ummadık bir şekilde tam anlamıyla bir çizgi roman uyarlaması nasıl yapılır bize gösterdi. Bana sorarsanız bu film yılın en iyilerinden.
7. Isle of Dogs

Japonya’da bir kentte köpekler arasında bir nezle salgını başlar, bunun sonucunda kötü niyetli Japon Vali, kedi lobisini de arkasına alarak şehirdeki tüm köpekleri kentin çöplerinin toplandığı çöp adasına mahkûm eder. Çöp Adasında köpekler arası çeşitli gruplaşmalar oluşur ve Vali’nin 12 yaşındaki üvey oğlu sayesinde köpekler uzlaşıp birlik sağlayarak kentin valisine karşı direniş başlatırlar. Bu bağlamda bakıldığında filmde saklı bir ideolojik mesajın olduğunu söylemek pek de yanlış sayılmaz.
Yüksek tempo ve bu tempoya uygun müzikler ile birlikte köpeklere ses veren Bill Murray, Edward Norton, Bryan Cranston ve F. Murray Abraham gibi başarılı oyuncuların muhteşem performansı Wes Anderson’un macera dolu öyküsüyle birleşince iyi bir işin çıktığını söyleyebiliriz. Ali Rıza
Çekimlerinin bitiminden sonra, yönetmen Hu Bo’nun trajik intiharıyla adından sıkça söz ettiren An Elephant Sitting Still, içeriği dikkatle incelendiğinde yönetmenin iç dünyası hakkında epeyce ipucu barındırmakta. Çin’in kuzeyindeki Manzhouli’de, oturan bir filin 4 farklı karakter için kaçış noktasına dönüşmesine odaklanan yapıt, melankolisiyle de sarsıcı bir deneyim sunuyor. Hu Bo’nun, karakterlerin hemen yanından ayrılmayan kamerasıyla kurduğu epizodik plan sekanslar, izleyenleri karakterlerin o kasvetli ve gri atmosferine adeta hapsetmekte. Olayların hemen yanı başımızda gerçekleşiyor hissini derinden hissettiren yapıt, 230 dakikalık süresiyle seyri kolay bir eser olmasa da anlatısını benimseyebilenler için unutulmayacak bir deneyim. An Elephant Sitting Still, hayatın tüm buhranının adeta imbikten damıtılmışçasına yoğunlaştığı, çıkmaz sokaklarla dolu, yılın en etkileyici eserlerinden. Salih Alp Gökçek 5. Phantom Thread
Usta yönetmen Paul Thomas Anderson bu defa, savaş sonrası 1950’lerde Londra’nın moda dünyasına götürüyor bizleri. Ülkenin önde gelenlerini giydiren terzi Reynold Woodcock; sert, prensipli ve işinde disiplin sahibi bir adamdır fakat aşk benliğini altüst edecektir.İçinde belli bir dönem barındıran filmlere özel bir ilgim var. Filmde kostümler, kıyafetler gerçekten mest ediyor. There Will Be Blood (2007) gibi bu yapımda da müzikleri besteleyen Jonny Greenwood oldukça başarılı bir soundtrack albümü kaydetmiş. Daniel Day Lewis ise rolüne hazırlanmak için aylarca dikiş ve terzilik eğitimi almış.
Bu yapım, sade ve şık sinematografisi ekseninde; güç duygusu, aidiyet zaafı ve egonun ikili ilişkilere yansımasını psikolojik gerilim ve kara mizah ile ustaca harmanlamış. Yönetmenlik ve oyunculuğun üst düzey olduğu Phantom Thread, içinde güçlü olmak içgüdüsünü, psikolojik semptomlarla dışavuran karakterler hakkında oldukça çarpıcı bir başyapıt. Hazal Erkul
4. Ahlat Ağacı
Ahlat Ağacı filmi ile Nuri Bilge Ceylan sinemasının üslubunun dolayısıyla filmlerinin biçiminin ve içeriğinin merkez noktası olan tabiat ve insan arasında kurulan fotografik hatta Pieter Bruegel resimlerini andıran görme biçiminin Uzak ve İklimler filmlerinden itibaren merkez noktanın değiştiğini ve hikayelerini anlatısını ya da söylemini çatışma, katharsis adına daha da somutlaştırmak adına dilemmasını şehir taşra ve insan arasında ilintilendirmiştir. Ahlat Ağacı filmi ile Nuri Bilge Ceylan’ın sinematografisinde onun insanı ve varoluşu görme biçimindeki değişimin fotografik (kurgusal) veya resimsel (hayali) olsun görsel olandan metinsel sözel alana doğru konumlandığını görüyoruz. Hikayesini göstermek işaret etmek yerine artık dilin sözel alanın imkanlarını kullanarak ve fakat fotografik ve resimsel sinematografisinin gücünü azaltmadan çektiği Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu’da ve Kış Uykusu filmlerinden sonra Ahlat Ağacı filmi ile sinemasında sözel daha geniş anlamıyla edebi alanın gücünden yararlanmıştır.
Ahlat Ağacı görüntünün zamanın montajı ile değil zamanda ve mekanda belli bir derinlik hissini ve bunun izdüşümünü göstermeyen, karakterin zihni ve varoluşsal mekanında iz sürmeyi imsansız bir hale getiren taklidi ve yoksunlaştırılmış diyologların montajına dönüşüyor. Filmlerinin montajında da bulunan Nuri Bilge Ceylan filmin bütününe fotoğrafçı estetiği ile değil daha çok bir sosyolog olarak yaklaşmış ve burada karakterlerin resmedilmeye çalışılan iç dünyaları ve konuşmaları filmi ve karakterleri daha canlı değil daha donuk kılıyor. “Çehov Tarzı Hikâye” ya da “durum hikâyesi” olarak adlanırılan anlatım biçimi Ahlat Ağacı filminde çok ve fakat derinleştirmeyen diyaloglarından dolayı ne kadar fotoğrafçı estetiği çekilse de karakterler ve bir bütün olarak film yaşayan değil donuk bir ‘durumu’ hikayet ediyor. Semih Alkan
3. Cold War

2013 yılında çektiği Ida filmiyle Yabancı Dilde En İyi Film kategorisinde Oscar’ı kucaklayan Pawel Pawlikowski, yine adından sıkça söz ettiren Cold War filmiyle beyaz perdeye geri dönerek, prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden En İyi Yönetmen ödülüyle ayrıldı.
2. Burning
Murakami’nin “Barn Burning” isimli öyküsünden uyarlanan -ve Faulkner’in aynı adlı öyküsünden esinlenen- filmde, Lee Chang-dong, anlatı içinde anlatı izleğini uyguluyor. Gerçek ve kurgunun, gerçek ve paranoyanın, edebiyat ve sinemanın başarıyla harmanlandığı bir metafilm Burning. İlk yarısında konu aldığı aşk üçgeninin ve sonrasında gelen gizemin ardında, esasen sınıfsal bir yangının filmi. Aynı zamanda her izleyenin kendi dünya görüşüne, tecrübelerine göre farklı okumalar yapabileceği, senaryosu katman katman işlenmiş bir psikolojik dram. Dallanıp budaklanmasına rağmen değindiği hiçbir meseleyi yüzeysel bırakmaması da ayrı meziyet. 2.5 saatte bu kadar çok şey anlatıp, dramatik çatıya zarar vermek şöyle dursun onu giderek sağlamlaştırmak da her benim diyen yönetmenin harcı değil. Hakkını verebilmek için birden çok defa izlenmeyi hak ediyor. Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerden rekor puan almasına rağmen bunu ödülle taçlandıramasa da, benim için sadece yılın değil 21. yüzyılın en iyilerinden. İlkyaz Altuğ
1. Roma
Alfonso Cuaron’un kişisel geçmişinin izlerini kurmaca öğelerle harmanladığı film, aynı zamanda 1970ler Meksika’sının toplumsal ve politik ikliminin de kadraja ustalıkla dahil edildiği bir hatırlama hikayesi. Orta-üst sınıf Meksikalı ailenin yanında çalışan bir hizmetçiyi merkeze alarak çocukluk, kadınlık ve sınıfsallık gibi meseleleri, gündelik hayatın rutin tekrarları ve karşılaşmalarını film boyunca pan yapan bir kameranın gözünden takip etmek filmin siyah beyaz yapısıyla da birleşince izleyiciye şiirsel bir anlatı sunuyor. Netflix bağlamında filmin yönetmeninin de dahil olduğu ‘film nerede izlenmeli’ tartışmalarını bir kenara bırakırsak, Roma’nın sinemanın sunduğu imkanları sonuna kadar kullanan sinematografik bir şölen olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu yılın Oscar ödüllerinin yabancı dilde en iyi film kategorisinde Burning ile beraber en güçlü adaylardan biri. Burak Yılmaz